Friday, Apr 19th

Last update11:34:36 AM GMT

  • Create an account
    *
    *
    *
    *
    *
    Fields marked with an asterisk (*) are required.

İbni Rüşd

  • PDF

Endülüslü filozof. 1126 yılında Kurtuba’da dünyaya gelmiştir. 1198 yılında 72 yaşında Fas’ta vefat etmiştir. Meşhur filozof ve hekim İbni Tüfeyl ve meşhur mutasavvuf Muhyiddin ibni Arabi hocaları arasındadır. 
Avrupa'ya akılcılığı öğreten filozof olarak tanınmıştır. Avrupa'da bilim ve felsefe çevrelerinde İbni Rüşd idoldü, aynı şekilde kilise de Gazali'yi idolleştirmişti.  
İbn-i Rüşd, en çok Aristo'nun eserlerinden yaptığı, bugün Batı'da pek çoğu unutulmuş Arapçaya tercümeleri ve şerhleriyle ünlüdür. 1150'den önce Avrupa'da Aristo'nun eserlerinin birkaç tercümesinden başkası yoktu ve bunlar da din adamlarınca rağbet görüp incelenmiyordu. Batı'da Aristo'nun mirasının yeniden keşfedilmesi, İbn-i Rüşt'ün eserlerinin 12. yüzyıl başlarında Latinceye tercümesiyle başlamıştır.

Gerek Helenistik felsefe ve gerekse İslam felsefe ve bilimi alanında o güne kadar oluşan zengin birikimi yeniden ele alıp tartışarak farklı yorumlar getirmiştir. Aristo felsefesinin büyük yorumcusu olarak kabul edilen İbni Rüşd Rönesans felsefesinin oluşmasında ilham kaynağı olmuştur.

Rivayete göre, Endülüs Emevi devleti emiri Ebu Yakup Yusuf,  Aristo’nun Arapçaya çevrilen kitaplarını okurken zorluklarla karşılaşmış, bu kitapların daha iyi anlaşılması için veziri İbni Tüfeyl’den şerh yazmasını istemiştir. İbni Tüfeyl yaşının ileri olması nedeniyle bunu yapamayacağını ancak bu işi yapacak birini bulacağı konusunda Emire söz vermiştir. Bunun üzerine İbni Rüşd’ü Emirle tanıştırmıştır.

Bu konuyu İbni Rüşd şu şekilde anlatmaktadır:

"Emirül müminin Ebu Yakub'un huzuruna girdiğimde onu İbni Tufeyl ile baş başa buldum. İbni Tufeyl layık olmadığım şekilde benden ve ailemden övgüyle söz etmeye başladı. Emir bana dönerek adımı, babamın adını ve soyumu sorduktan sonra dedi ki: Filozofların semanın ezeli mi yoksa sonradan mı olduğu konusundaki görüşleri nedir? Biraz korktuğum biraz da utandığım için bir takım bahaneler ileri sürerek felsefeyle uğraşmadığımı söylemeye çalışıyordum; zira İbni Tufeyl'in onunla anlaştığı konuyu bilmiyordum. Emir benim halimin endişe ve hayadan kaynaklandığını anlamış olmalı ki İbni Tufeyl'e dönerek bana sorduğu mesele üzerinde konuşmaya başladı. Aristo, Platon ve diğer filozofların görüşlerinden söz ediyor ve Müslümanların bunlara karşı ileri sürdükleri delilleri naklediyordu. Onun bu konularla ilgili engin birikimini görünce şaşırmıştım. Emir beni rahatlatmaya çalışıyordu. Sonunda ben de konuşmaya başladım. Konuyla ilgili birikimimi öğrenmişti. Oradan ayrılırken bana bir miktar mal, değerli giyecekler ve binek verilmesini emretti." (Hüseyin Sarıoğlu, İbni Rüşd, İsam Yay., İst., 2011,s.34)

Yüz yüze yapılan bur görüşmeden sonra  Emir  İbni Rüşd'ün Aristo'nun eserlerini toplayıp şerhlerini yapacak bir külliyat hazırlayabileceği konusunda ikna olur. Böylelikle Emir'in talimatı ile İbni Rüşd Aristo’nun eserlerinin şerhlerini yazmaya başlar. İbni Tüfeyl emekli olunca onun yerine saray doktoru olmuştur.

İbni Rüşd İslam dünyasının en büyük filozof, hekim ve bilim adamlarındandır. Gazali’nin Aristo’cu filozoflara yaptığı tenkitleri içeren Tehafitü’l-Felasife adlı eseri tenkit ettiği Tehâfüt el-Tehâfüt el-Felâsife (Filozofların Tutarsızlığı'nın Tutarsızlığı) adlı eseri ile İslam dünyasında tanınmıştır.

İslam dünyasında bilinen diğer eserleri:

1. Fasl el-Makâl fî mâ beyne el-Şerî'a ve el-Hikme min el-İttisâl (Felsefe ve Din İlişkisi Üzerine)

2. Keşf'an Menâhic el-Edille ve 'Akâ'id el-Mille (Milletlerin Akaidleri Hakkındaki Kanıtların Yöntemlerinin Keşfi)

3. Bidâyet el-Müctehid ve Nihâyet el-Muktesid (İçtihâdın Başlangıcı ve Ilımlılığın Sonu)

Felsefe üzerine sayısız eseri vardır. Bunlardan bazılarını sıralayalım:

· Kitâbü’l-Maķūlât: Aristo'nun Kategoriler eserinin çevirisidir.

· Telħîśu Kitâbi’l-Maķūlât: Yukarıdaki Kategoriler çevirisine yazmış olduğu orta şerhtir.

· Kitâbu'l-İbâre: Aristo'nun Yorum Üzerine adlı eserinin Arapça çevirisidir.

·Telhîsu Kitâbi'l-İbâre: Yorum Üzerine adlı eserinin orta büyüklükteki şerhidir.

Aristo'nun Organon külliyatı üzerine küçük, orta ve büyük olmak üzere pek çok şerhi vardır. Onları sıralayalım:

· Organon'a Giriş (İsagoci)

· Organon'a Giriş Şerhi

· İkinci Analitikler Şerhi

· Diyalektika Şerhi

· Sofistika Şerhi

· Poetika Şerhi

· Retorika Şerhi

· Devlet Şerhi

 

İbni Rüşd ve Aristo Hakkında Düşünceleri


İbn Rüşd'ün Aristo üzerine çalışmaları otuz yıllık bir dönemi kapsar ve bu dönem içinde erişemediği "Politika" dışında bütün eserlerine şerhler yazmıştır. Eserlerinin İbranice tercümeleri de İbrani Felsefesi üzerinde kalıcı bir etki bırakmıştır. İbn Rüşd'ün düşünceleri, Hristiyan skolastik gelenekten Aristo'nun mantık çalışmalarına değer veren Brabant'lı SigerThomas Aquinas ve bilhassa Paris Üniversitesi'ndeki diğerleri tarafından özümsenmiştir. Thomas Aquinas gibi meşhur skolastik filozoflar, ona ismi yerine "Şârih" (Yorumcu) ve Aristo'ya da "Filozof" diyerek yüksek derecede önem veriyorlardı. İslâm dünyasında bir okul bırakmamış ve ölümü Endülüs'teki serbest düşünce hayatının sonuna işaret etmiştir.


İbni Rüşd çok önemsediği Aristo hakkında şöyle bahsetmektedir: Aristo mantık, fizik ve metafiziği kurdu ve geliştirdi. Bunları O (Aristo) kurdu diyorum, çünkü bu ilimler üzerine ondan önce yazılmış olan eserler bahsedilmeye bile değmez ve O'nun yazdıklarının yanında sönük kalır. Bunları O tamamlamıştır diyorum çünkü ondan sonra günümüze gelinceye kadar yani 15 asırdır hiç kimse onun yazdıklarına ne bir ilave yapabilmiş ne de onlarda önemli bir hata bulabilmiştir. Bu adamın durumu ne kadar ilginç, insan fıtratından ne kadar farklı! Öyle ki adeta ilahi inayet onu insan topluluğuna, insan türünde en son yetkinliğin somut bir örneği olarak ortaya çıkarmıştır. Bundan dolayı eskiler ona el-İlahi adını vermişlerdir. (İbni Rüşd, Telhisü Kitabil Kıyas, (nşr.  Cirar Cihami Telhisü Mantıki Aristo içnde), I-III, Beyrut, 1982.)

Bilgi/Epistemoloji

Felsefenin alt disiplinlerinden biri olan epistemoloji, ilkçağdan günümüze denk her dönem tartışılmış olan bir konudur. Bilginin ne olduğu, kaynağı, türleri ve doğru bilgi dediğimiz şeyin ne olduğu soruları her zaman insan zihnini meşgul eden şeyler olmuştur. Bu sorunlar, İslam dünyasında da kendini göstermiş olup, farklı ekoller ve felsefi düşünceler çerçevesinde ortaya konulmuştur. Bu sorulara kafa yoranlardan biriside İbn Rüşd’dür.

İbn Rüşd birçok konuda Aristoteles’ten etkilendiği gibi bilgi konusunda da büyük bir etki söz konusudur. İbn Rüşd’ün bir şeyi bilmek o şeyin nedenini bilmektir şeklindeki tanımlama Aristoteles’ten etkilendiğinin en büyük kanıtıdır. Çükü bu tanımla Aristocu bir tanımlamadır. İbn Rüşd’e göre nedenselliği reddetmek hem bilgiyi hem de aklı reddetmektir. Bilgimizin ilk basamağını duyular oluşturmaktadır. Duyular sağlamış olduğu malzeme sonucu akıl bunları işler ve bilgiyi ortaya koyacaktır. Yani duyular birinci basamak iken akıl ikinci basamaktır.

İbn Rüşd, bilgi konusu da Aristoteles’i izlediğini söylememiz mümkündür. Aristoteles’e göre felsefe ilk ilke ve nedenleri araştıran bilimdir. İlk ilke ve nedenler; maddi, formel, etkin ve erek nedenlerdir. (Aristoteles, Metafizik, çev. Ahmet Arslan (İstanbul: Sosyal Yay, 2010),652.)

İbn Rüşd Aristoteles’in dört temel nedenini kabul etmiş olup bunlardan sadece etkin nedeni ön plana çıkarmıştır. Çünkü yokluktan varlığa geçişi sağlayan maddeye form veren ve erek nedeni gerçekleştiren etkin nedendir. İlk fail neden (Tanrı) her şeyin nedeni ve etkin bir bilgidir. Çünkü her şey O’nun bilgi ve fiili sonucunda oluşmuştur. Bundan dolayı kendi bilgimizi O’nun bilgisi ile kıyaslamamız yanlıştır. İbn Rüşd’e göre insan bilgisi varolan ile ilgili bilgidir. İnsan duyular ile fenomenal dünyada varolan her şeyi derece derece kavramaktadır. Burada İbni Rüşd'ün Aristo'dan farklılaştığını görmekteyiz. Aristo ilk hareketi sağlayan şeyin maddenin bizzat kendisi olduğunu söylerken İbni Rüşd muharrikul evveli / İlk hareket ettiriciyi Allah Teala olarak açıklamaktadır.  (İbn Rüşd, Tehafüt et- Tehafüt (Tutarsızlığın Tutarsızlığı), çev. Kemal ışık ve Mehmet Dağ (Samsun: Ondokuz Mayıs Üniversitesi Basımevi, 1986), s. 361)

İbn Rüşd’e göre bilgimizin ilk basamağı duyu ondan sonra akıldır. Yani duyular bilginin malzemesini sağlarken akıl ise bu malzemeyi işleyerek bilgiyi ortaya koyacaktır. İbn Rüşd’ün bu görüşü kendisinden sonra gelmiş olan 17. ve 18. Yüzyıl filozofları üzerinde büyük bir etki yaratmıştır. İbn Rüşd’e göre Platon öncesi dönemde bilginin duyu temelli olduğu, buna bağlı olarak bilginin sürekli bir değişim içinde olduğu ve kesin bir bilgiden söz edilmediğini söylemiştir. İbn Rüşd onlardan farklı düşünmemektedir fakat o sadece bilgiyi duyularla sınırlandırmayıp bilgi konusunda akılın da büyük bir rol oynadığını vurgulamıştır.

İbn Rüşd’de göre insan zihni, fenomen alem ile ilişkiye geçmeden önce tikel alanında olduğu gibi tümel alanında da bir bilgiye sahip değildir. Bu bağlamda İbn Rüşd’ün özdeşlik ve çelişmezlik ilkeleri duyusala bağladığını söylemek mümkündürDeyim yerinde ise insan zihnini BOŞ LEVHAdır. Bilgi, varolana ilişkin bir bilgi olup varolana uygun olduğu sürece doğru bilgiden söz etmek mümkündür. Aristoteles’in bilgi konusunda ruh önemli bir yer sahiptir. Çünkü insan her zaman bilmeyi istemekte ve bu isteme sadece kendisine yarar değil aynı zamanda mutlulukta vermektedir. Aristoteles mutluluğu akın ruha uygunluğu olarak tanımlamaktadır.( Mehmet Fatih Birgül, İbn Rüşd’de Burhan (İstanbul: Ötüken Yay, 2013),288.)

İbn Rüşd’de bilgi konusunu ele alırken ruhtaki işlemleri yani algı, maddi aklı ve etkin aklı Aristoteles’in bu görüşü bağlamında ele almıştır. Bilgi her ne kadar ruhun dışında bir şey olarak görünse de, onun ruhun bir ürünü olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü bütün yargılarımız ruhun işlevi olan evetleme ve değilleme ile oluşmaktadır. (Aristoteles, Yorum Üzerine, çev. Saffet Babür. Ankara: İmge Kitabevi Yay, 1996)

Bundan dolayı bilgi dediğimiz şey akılla kavranan şeylerin çoğalmasıyla çoğalmaktadır. Akıl var olanları olması gerektiği şekilde kavramaktadır. Her şeyi tek bir bilgi ile kavranmadığı gibi tek bir şey ile de bir bütünü anlamak mümkün değildir.

İbn Rüşd’e göre duyum, deneyi, tümevarım bütün bilgilerimizin temel kaynağını oluşturmaktadır. Bilgilerimiz tekrara eden duyumlara ve deneylere dayanmaktadır. Bilimsel ilkeler duyumların tekrarı sonucunda ortaya çıkmaktadır. Böylece birinci duyum ikinci duyuma, ikinci duyum üçüncü duyuma eklenerek tümel dediğim şey meydana gelecektir. Aristoteles bir duyuyu kaybetmek bir bilgiyi kaybetmektir önermesini İbn Rüşd’de benimsemiş olup insanın her şeye ilişkin bilgisinin ya tümevarım ya da burhan yolu ile gerçekleştiğini belirtmiştir. İbn Rüşd’e göre bir şey hakkında kesin olan bilgiye ancak o şeyin nedeniyle birlikte bildiğimiz zaman ulaşmak mümkündür. Bir şeyi nedeniyle birlikte açıklayan bilim üstün olan bilimdir. Bu bağlamda nedenselliği reddetmek bilgiyi ve aklı reddetmek demektir. (Hacı Kaya, İkinci Analitiklerin Orta Şerhi İbn Rüşd (İstanbul: Klasik Yay, 2015),164.)

KARINCA/EMPİRİZM VE ARI/RASYONALİZM METAFORU

Bilgi konusunda İbn Rüşd ne Empiristir nede Rasyonelistir. O, bilginin sadece ne duyularla ne de akılla olmayacağını ileri sürerek Kanta benzeyen bir tavır sergilemiştir. Bilgi için hem akıl hem de duyu şarttır. Burada karınca ve denge de olan arı örneğinde hareket ederek açıklayacak olursak, Empirist biri karıncaya benzer o sadece kendine gereken malzemeyi toplayıp zamanı geldiğinde tüketir arı, ise gereken malzemeyi toplamakla kalmaz kendilerine has olan bir yetenekle bu maddeyi sindirip işler ve yenilecek bir hale getirmektedir. Bacon’a göre felsefeci arı gibi olmalıdır. Bu noktada İbn Rüşd’ü arı kategorisine koymak mümkündür. Çünkü o akli ilkelerin temelinde duyuların yatığını söyleyerek aklın, doğa için yasa koyucu olduğu değil, doğanın bir yere kadar akıl ile belirlendiğini vurgulamaya çalışmıştır. Aynı zamanda kesin bir bilginin sadece duyu ve tümevarımla değil de aklın, deneyin tümevarımın ve tümdengelimin de rol oynadığını belirtmiştir. (Hacı Kaya, “İbn Rüşd Felsefesinde Bilimsel Yöntem,” Iğdır Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, sy. 4 (2013): 19-23)

Nedenselliği reddettiğimiz zaman akıl ve bilgiyi reddetmiş oluruz düşüncesini savunan İbn Rüşd nedenselliği reddedenlere karşı sert bir tutum takınmıştır. İbn Rüşd’e göre reddedenlerin bu konudaki görüşleri zanna dayalıdır.

İbn Rüşd’ün nedensellikle ilgili düşünceleri bizi bilgiden ziyade aklın sınırlarını ortaya koymaya yönelik bir düşünce olduğuna götürmektedir. Bilgi konusunda duyulardan sonra akıl rol almaktadır. Fakat insanın duyu gücü birbirinden faklıdır. Yaşlı olan bir adamın görme ve duyuma gücü ile genç olan bir insanın görme ve duyuma gücü aynı olmamaktadır. İbn Rüşd Aristoteles’in “eğer yaşlı bir kimse gencin sahip olduğu bir göze sahip olsaydı gencin görmesi gibi görürdü” (İbn Rüşd, Tehafüt et- Tehafüt (Tutarsızlığın Tutarsızlığı), çev. Kemal ışık ve Mehmet Dağ (Samsun: Ondokuz Mayıs Üniversitesi Basımevi, 1986), 310) cümlesiyle bu güç farklılığını ortaya koymuştur.

İbn Rüşd ve Aristoteles’in burada kast ettiği şey o organın olmayışı değil, sadece zayıflığı ve eksikliğidir. Bilgimizin birinci kaynağı olan duyular yoluyla soyutlama ve kavrayabilme işlemi yapılmaktadır. Bu duyu farklılığı duyu yanılmalarında nedeni olarak görülmesi mümkündür. Soğuk sudan sıcak suya elini koyan biri suyun olması gerekenden daha fazla soğuk gelmesi ya da yerküreden yüz yetmiş kere büyük olan güneşin bir ayak kadar küçük görünmesi gibi yanılmalar bulunmaktadır. Bu algılama noktasında renk, şekil gibi şeylerde göreceli olmaktadır.

İbn Rüşd’e göre duyulur varlıkların dereceleri bakımından farkları vardır. Rengi algılama noktasında en alt seviyede bulunan cisimlerdir. Çünkü cisimler cansızdır ve keni özlerini kavramaları da söz konusu değildir. İnsan gözleri ile o rengi kavrar ve kendi öz bilincinde olan bir varlıktır. Akıl ise bu duyular ile algılanan üstünde yani ikinci bir bilgi kaynağımızdır. Burada anlaşıldığı gibi bilgi kaynağımız sadece duyular değil onlar bilginin ilk basamağını oluştururken ortak duyu, imgelem ve anımsama yani iç duyular devreye girecek ve bunlardan gelen malzemeyi akıl işleyip bilgiyi ortaya koyacaktır. Akıl burada iç ve dış duyuların üstünde bulunmaktadır.

Ortak duyu beş duyunun ayrı ayrı idrak etmiş olduğu şeyleri teke indirgemektedir. Mesela, elma dediğimiz zaman her bir özelliği farklı duyularda farklı şekilde algılanırken, ortak duyu bunu teke indirgeyerek elmanın renge, kokuya, tada ve şekle sahip olduğuna karar vermektedir. (Atilla Arkan, İbn Rüşd Psikolojisi (İstanbul: İz Yay, 2006), 376)

Aristoteles’e göre “ortak duyu sayesinde görülen beyaz nesnenin, sadece beyaz bir nesne olmayıp onun aynı zamanda belli bir kişi ya da çalgıcı olduğuna karar verilebilir” der. İç duyunun ikinci yetisi olan imgelem bir kuruntu yetisidir. İmgelemin duyulardan algılamış olduğu suretlerin dış dünyada bir karşılığı olmama durumu vardır. Koyun kurdun rengini ve şeklini algılar ve sonra kendisine düşman olduğunu algılamaktadır. Kuzuda annesinin rengini şeklini görünüşünü algılar sonra sevgisini merhametini algıladığı için annesinin peşinden gider ve kurttan uzak durmaya çalışır.

İç duyunun son yetisi ise anımsama/hayallemedir. Hayvanlarda bir imgelem gücünün olduğunu söylememiz mümkündür. Bu anımsama yetisi, duyulur suretleri birbirleri ile ve anlamları suretler ile birleştirme özelliği sahiptir.

Bundan dolayı insan hiç görmediği halde ucan bir atı ve başı insan başı gövdesi at gövdesi olan ya da başka bir bileşimde bulunana bir varlığı hayalleyebilmesi mümkündür. Yani bu yeti kavrama yetisinden daha çok hareket özelliğine sahiptir. İnsanın sahip olmuş olduğu ortak duyu, imgelem ve hayal gücün ortak amacı hakikati elde etmektir.

İbn Rüşd’e göre bilgi elde etmek için sadece belli bir kapasitesi ve doğal bir güç ile olmamaktadır, aynı zamandan beli bir metot ve uygun malzemelere de ihtiyaç vardır. Yani toparlayacak olursa burada Algılar, düşüncenin hammaddesini oluşturmaktadır.

Bu hammaddenin işlenmiş biçimini zihne sunanda imgelemdir. İmgeler tek tek nesnelere ilişkin olup onları tümel olarak sunmaktadır. Maddi akıl ise tek tek olan bu imgelerin formlarından yola çıkarak onları soyut ve tümel kavramlara dönüştürmektedir. Maddi aklın düşünülür olanın formlarını algılamasını da sağlayan şey etkin akıldır. Bu akıl insan tikelleri duyular ile tümelleri ise akıl ile kavramaktadır. Tabiatın üst basamağı olan nefs, fiziğe bir etkinlik kazandırmaktadır. Nefs insandaki bilginin oluşumun, imkan ve suretini açıklayarak fizik ve metafizik olana ışık tutmaktadır. Bedenin birliğini ve bütünlüğünü sağlayan nefs bir olmak zorundadır. Çünkü o insan birliğini sağlayan şeydir. Fakat bu nefsin beden olduğu anlamına gelmemektedir. Nasıl ki suretin madde olmadığı gibi ve ya demire şekil veren demir olmadığı gibi nefs de madde değildir. Bu açıdan nefs, varolan şeylerden var olma kavramını en çok hak eden surettir.

Küllileri kavrayan nefs bir ortama ya da duyuya ihtiyaç duymamaktadır fakat cüzileri kavrayan nefs duyu ve ortama ihtiyaç duymaktadır. İbn Rüşd’e göre aklı anlamının şartı nefstir. Çünkü nefs, idrak ve yeti aklın temel kavramlarıdır.( Ramazan Turan, “İbn Rüşd’ün Akıl Anlayışı” (Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üniversitesi, 2006),74)

İbn Rüşd’ün söylemiş olduğu bu yetilerin en üstünde akıl bulunmaktadır. Akıl diğer yetilerden farklı olarak bütün tümel kavramları kavramaktadır. Nefs tikel şekillerin ilkesi aklı ise tümel şekillerin ilkesidir. Akıl ve nefs olmadan şekilden söz etmek imkansızdır. Bu düşünce İbn Rüşd felsefesinin temel ilkesidir. (Hilmi Ziya Ülken, İslam Felsefesi Eski Yunan’da Çağdaş Düşünceye Doğru (İstanbul: Doğu Batı Yay, 2015),369)

Sonuç olarak İbn Rüşd’ün bilgi anlayışı bir nedensellik anlayışına dayanmaktadır. Nedenselliği reddetmemiz bilgiyi ve aklı reddetmemiz demektir. Bilgi varolanlar hakkında olan bilgidir. Bu bağlamda bilginin olması için yönelen bir özne ve yönelecek bir varolana ihtiyaç vardır. Bu ilişkide olanın olması gibi ve gerektiği gibi yansıtıldığı sürece doğru ve kesin bilgi oluşacaktır. Fakat Tanrı bilgisi insan için bilinmez bir şeydir. İbn Rüşd’ün bilgi konusunda ileri sürmüş olduğu bu düşünceler bilgiden ziyade aklın sınır ve ilkelerini ortaya koymaya yönelik olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. (Aziz Sekman, İbn Rüşd’ün Epistemolojisi, İnönü Üniversitesi Kültür ve Sanat Dergisi, Cilt/Vol. 4 Sayı/No. 2 (2018): 36-41)

DİN VE FELSEFE İLİŞKİSİ

İbni Rüşd'ün akıl-din ilişkisini Faslu'l-Makal adlı bağımsız bir kitapta ele alması konuya vermiş olduğu önemi göstermektedir. İbni Rüşd aklı ikiye ayırmaktadır:

1. Nazari  akıl: "el-ilmül-hak" yani "gerçek bilgi/hakikat"ın peşindedir.

2. Ameli akıl: Kemal, olgunluk ve iyi davranış peşindedir. Akıl sahibi olmak insanı sadece faklı kılmakla kalmaz onu ayrıcalıklı konuma da yükseltir. Evrende başka canlılar var mı? İnsanın ulaşmış olduğu teknoloji ile evrende başka dünyalar olduğu konusunda bir takım tahminler yürütebiliyoruz. Örneğin, Cosmos adlı belgeselde milyarlarca dünyanın olabileceğindne bahsedilmektedir. Ancak buralarda canlıların dolayısıyla başka insanların olup olmadığını bilemiyoruz. Buna rağmen insanın evrenin yıldızı olduğunu biliyourz. İnsan sadece özüyle değil ancak AKIL sebebiyle insandır ve varlık alanındaki herşeyden üstündür.

İbni Rüşd anlama ve kavrama bakımından insanların üç sınıf oluşturduğunu söylemektedir:

1. Duyu bilgisi ile yetinen insanlar bunun ötesine geçemezler. Bu seviyedeki bilgi en altta bulunan "hatabi bilgi" olarak adlandırılabilir.

2. Bazı insanlar ise duyu ve hayal gücünün sağladığı bilgilerin üstüne çıkarak bilinenden hareketle bilinmeyenlerin öğrenilmesi demek olan kıyas/akıl yürütme yoluyla daha üst düzeydeki soyut gerçeklerin bilgisine ulaşırlar. Felsefi bilginin de içinde olduğu bu bilgi türü de "burhani bilgi" olarak adlandırılabilir.

3. Bu iki bilgi düzeyi arasında kalan hatabi bilgiyi, aşan fakat burhani bilgi düzeyine uaşamayan üçüncü bilgi türüne de "cedeli bilgi" denmektedir. Bu seviyedeki insanlar akıl yürütme yapabilecek kabiliyete sahip olmalarına rağmen bu işin gerektirdiği epistemolojk alt yapıdan mahrum oldukları için ve uygun zamanda disiplinli çalışma yapamadıkları için burhani bilgi düzeyine ulaşamamışlardır.

İbni Rüşde göre, dinin amacı ve fonksiyonu insanlara gerçek bilgi ile doğru davranış  öğretmektir.

İmam Gazâlî, (v. 505/1111) kelam tarihinde yeni bir dönemin başlatılmasının miladını oluşturur. Bu meyanda onun, Bâkıllânî (v. 403/1013) tarafından geliştirilen “in’ikâs-ı edilleyi” reddetmesi, MANTIK BİLMEYENİN İLMİNE İTİBAR EDİLMEZ demesi ve bazı inanç konularında meşşai İslam filozoflarını eleştirmesi kelam ilmine yenilikler getirmiştir. Gazâlî,’nin açtığı bu çığır, kendisinden sonra inkişaf ederek Felsefe ve Kelamı mezceden yeni bir kelam anlayışının doğmasına yol açmıştır. Kelam tarihinde bu döneme FELSEFİLEŞMİŞ KELAM dönemi denmektedir. Bu dönemin temsilcileri arasında Abdülkerim eş-Şehristânî (v. 548/1153), Fahreddin er-Râzî (v. 606/1210), Seyfuddîn el-Âmidî (v. 631/1233) ve Kâdî Beydavî (v. 685/1286) gibi kelamcılar yer alır. İşte dinî nasları anlama ve yorumlama noktasında bu akımın temsilcileri, filozofların felsefi metodunu kelama uygulamak istemişlerdir. Felsefileşmiş kelam döneminin temsilcilerinin akıl-nakil anlayışlarının temelinde, akla sonsuz derecede güven duyma ve değer verme ön plandadır.

Bu bağlamda doğrudan kelam bilgini olmasa da kelamla ilgili eserler vermiş olan Müslüman feylesof İbn Rüşd (v. 595/1198)’ün uzlaşı temelli din-felsefe ya da akıl-nakil ilişkisi konusundaki görüşleri bizim için büyük önem taşımaktadır. Gerek onun Gazâlî ile tartışması ve gerekse felsefileşmiş kelam dönemi üzerindeki güçlü etkileri, dini anlamadaki yöntemini tanıma da bizi zorunlu kılmaktadır.

Endülüslü filozof İbn Rüşd’ün felsefesine göre, doğru ve en üst bilgi yalnızca burhan yöntemiyle ulaşılan felsefi bilgidir. Dinin özü olarak vahiy, metafizikçinin, gerçekliğin sebeplerini ve tabiatını akıl yordamıyla inceleyerek bulmaya çalıştığı hakikatin aynısını öğretir.
Bu yüzden yalnızca bir hakikat vardır. Rosenthal’in de dediği gibi, İbn Rüşd’ün "ÇİFTE HAKİKAT" kavramını benimsediğini sanmak, yanlıştır. İkili hakikat kavramı İbn Rüşd’e değil, Avrupalı takipçilerindedir. Yine İbn Rüşd’e atfedilen, felsefe az sayıdaki seçkinleri, din ise kitleleri eğitir, görüş de doğru değildir. Onun, Endülüs’te MUVAHHİDLER döneminde yaşadığı unutulmamalıdır. O dönemde devlet yönetimi, felsefeye şiddetle karşı çıkan ulema ve fukahânın baskısı altındadır. Bu baskıyı
İbni Tüfeyl'in Aristo Külliyatı ile ilgili projede çalışmak için Endülüs Sultanı Ebu Yakup Yusuf'a İbni Rüşd'ü önermesi nedeniyle ortaya çıkmıştır. İbni Rüşd Endülüs Sultanı Ebu Yakup Yusuf'un felsefe ile ilgili düşüncelerinde samimi olup olmadığını anlayıncaya kadar bu projede yer almak istemez. Bu baskılardan İbn Rüşd de nasibini almıştır. O, muhalifleri tarafından felsefi bir din kurmakla suçlanmıştır. Hâlbuki İbn Rüşd’ün bütün eserleri göz önünde tutulduğunda onun amacının salt ‘felsefi bir din’ zihniyeti kurmak olmadığı, aksine, dinî metinleri anlama ve yorumlamada felsefeyi bir araç olarak gördüğü, akla daha fazla alan açtığı söylenebilir. İbn Rüşd’ün gerek yaşadığı dönemde ve gerekse ölümünden sonraki yüzyıllarda muhalifleri tarafından sert ve aşırılıklara varabilecek düzeyde eleştirilmesi, hâlâ onun ciddi anlamda anlaşılmadığını göstermektedir. Bunun en açık delili de, onun, Batı’da ilerlemeyi ve değişmeyi; Doğu’da ise, muhafazakârlığı temsil etmiş olmasıdır.

İbn Rüşd’e göre felsefe, varlığı akılla tetkik etmek ve aklı kullanarak gerçekliğin bilgisine ulaşmada onu epistemolojik bir vasıta olarak görmektir. Din ise, varlıkları akıl yoluyla tetkik etmek ve bunlar hakkında akılla bilgi sahibi olma arzusunda bulunmaya insanları davet etmektir.
Görüldüğü gibi bu tanımda din ve felsefenin ortak alanı ve amacı, var olanlar üzerinde düşünmek ve onları Allah’ın varlığına delaletleri bakımından incelemektir.

İbn Rüşd’ün aklî istidlâlinin referansı, doğrudan Kur’an-ı Kerim’dir. Bu sebeple o, Haşr suresinin 2. ayetinde geçen “i’tibâr” sözcüğünü, kıyas ve istidlâl anlamında kullanır. Onun felsefi terminolojisinde ‘i’tibâr’; bilinenden hareketle bilinmeyeni çıkarmak ya da bilinen bir şeyden bilinmeyen bir şeyi ortaya koymaktır.
Bundan dolayı o, akli kıyaslarda bulunarak varlık üzerinde düşünmenin dinî açıdan farz olduğunu savunmuştur. Çünkü bilgi, bir obje ve süje ilişkisidir. Dolayısıyla insan her zaman, varlık üzerinde akletmenin bir öncülü olan “teemmül ve tefekkür/düşünme eylemi” sayesinde gerçekliğin bilgisine ulaşabilme imkânına sahiptir. Zira insan, fizyolojik ve psikolojik anlamda verili olan bilgiyi oluşturucu bir zihinsel donanımla yaratılmıştır. Zihin, düşünme eylemini gerçekleştirmede bir araçtır.

İbn Rüşd’e göre, din insanları, düşünmenin bu çeşidine davet etmiş ve halkı buna teşvik etmiştir. Kıyas, çeşitlerinin en mükemmeli olan burhan ile hâsıl olduğundan en mükemmel düşünce biçimi budur.
İnsana sistematik düşünme alışkanlığı kazandıran mantık ilminin biçimsel kuralları arasında yer alan ve şüpheye mahal bırakmadan kesin delil anlamında kullanılan ‘burhan’ sözcüğü, İbn Rüşd’ün kavramlar dünyasında önemli bir yere sahiptir. Mantıkçıların ‘burhanî kıyas’ dedikleri bu mükemmel düşünce tarzını diğer kıyas çeşitlerinden ayıran temel özellik, kesin öncüllerden, kesin sonuçlar çıkarmaya elverişli, gerçekçi ve muhkem bir kıyas türü olarak kabul görmesidir. İslam dünyasında meşruiyet açısından Gazâlî, ile birlikte felsefi ilimler arasında sayılmaya başlayan mantık, İslami ilimler arasına girmiştir.
Girişte de ifade ettiğimiz gibi Gazâlî, “mantık bilmeyenin ilmine itibar edilmez” demek suretiyle, mantığı, evrensel insanlık birikiminin bir katkısı olarak değerlendirmiş, Antik çağ yunan filozoflarının geliştirdiği mantık terminolojisini korumakla birlikte muhteva bakımından olduğu gibi bünyeye almamış, mantıksal kavramların içeriğine İslami bir veçhe kazandırmıştır.
Bu bağlamda düşünce sistemini dinî bilgilerin doğruluğunu aklî ölçülerle (mihakkü’n-nazar) test etme üzerine temellendiren İbn Rüşd, yaşadığı yüzyılda dinî düşüncenin yeniden teşekkülünde çok önemli roller oynamıştır. O, dinin emrine uyarak varlık üzerinde düşünen kimselere düşünme egzersizlerine başlamadan önce, herhangi bir işi yaparken kullanılan aletler misali, düşünme eylemini gerçekleştirirken, düşünce aletlerini (felsefe, mantık ve özelde kıyas çeşitleri) bilme ve öğrenmenin gerekli olduğu yargısına varmıştır. Onun mantalitesine göre, filozof anlamında arif olan kişinin, burhanî kıyası bütün yönleriyle etraflı bir şekilde kavraması olmazsa olmaz bir ilkedir. Yoksa düşünme yolunda bu enstrümanları terk eden bir kimsenin ariflik mertebesine ulaşması mümkün değildir.
İbn Rüşd, İslam’ın ilk yıllarında felsefi kıyas yoktu, bu sebeple kıyas türleriyle iştigal eden mantık bid’attır demek suretiyle Yunan mantığını haram sayan selefi yaklaşımlarla mücadele etmiştir. O, fıkhî kıyas ve bu kıyasın çeşitleri de hicri I. yüzyılda yoktu, diğer İslami ilimlerle birlikte ortaya çıktı. Buna rağmen, fıkhî kıyas ve çeşitlerini bid’at kapsamında görmediği hâlde aklî kıyasa bid’at nazarıyla bakarak karşı çıkan çevreleri, tutarsızlıkla eleştirmiştir.

Teknoloji ve Din

Hatta hem fıkhî ve hem de aklî kıyası meşru gören İbn Rüşd, bilimin milliyeti olmadığına ve ortak insanlık birikimi olduğuna değinerek, bizden öncekilerin bu konuda söylediklerinden yararlanmamız gerektiğini verdiği “BIÇAK” misaliyle çok güzel anlatır.
Bu konuda müellif şunları söyler: “Nasıl ki hayvan boğazlamada kullanılan bir bıçağın, herhangi bir Müslüman veya gayrimüslim tarafından icat edilmesi neticeyi değiştirmezse -ki, burada önemli olan hayvan kesmenin sıhhat ve usulüne riayet etmektir-mantık, felsefe veya tabiat bilimlerini başkalarının geliştirmiş olması bu misalden farklı değildir. Tıpkı işte bunun gibi, gaye olmayan alet ilimlerini -mantık gibi- gayrimüslimlerden almanın da bir sakıncası yoktur.”Burada İbni Rüşdün bıçak ve mantık analojisi kurması son derece önemlidir. 
Bu örneklendirmeden de anlaşıldığı gibi İbn Rüşd, farklı medeniyet havzalarından alıp-vermeyi eklektik düşünmek şartıyla mantıklı bulmaktadır. Zaten o, “Faslü’l-Makâl”ı da bunun için yazmıştır. Bu eserin tam isminden de anlaşıldığı gibi İbn Rüşd, İslam karşısında felsefenin durumunu tahlil eder. Vahiy merkezli olan dinin idealleriyle, insan merkezli olan felsefenin ideallerini bağdaştırmaktan şiddetle kaçınan müellif, her bir olguyu kendi bağlamında ayrı kategorilerde değerlendirmemiz gerektiğinden yana bir tavır sergiler.

İbn Rüşd, tıpkı Gazâlî, gibi felsefeden yararlanarak metafizik konularda bilgi sahibi olmak isteyenlerde iki özellik arar. Bunlardan ilki, doğuştan zeki olmak, diğeri ise, dinin istediği adalet, dürüstlük ve ahlaki faziletlerle donanmaktır. Hangi dönemde olursa olsun bu iki ehliyete sahip olan kimseleri felsefe okumaktan, felsefe yapmaktan ve felsefi eserleri incelemekten alıkoyanlar; Allah’ı bilmeyi tahsil etmek ve Allah hakkında bilgi sahibi olmak için önüne geldikleri İslam dininin, halkı davet etmiş olduğu bir kapıdan geri çevirmek anlamına gelir. Buna hiç kimsenin hakkı yoktur.
İbn Rüşd, istenen performansa sahip olmadan felsefi düşünceyi anlama ve yaşama çabalarına giren ve neticede sapan kimselerin, doğrudan faturayı felsefeye kesmelerini adalet ve insaf ölçüleriyle bağdaştırmaz. Ona göre bu sapmanın ve akli karışıklığın nedeni, bizatihi felsefenin kendi doğasından değil, aksine, akli olgunluğa, ahlaki erdemliliğe ulaşamama ve bir rehberden uzak olma sonucudur. Zira bizatihi felsefe, kendisinden zarar beklenen bir ilim değil, yarar bulunan bir ilimdir. Bu sebeple, ortaya çıkan olumsuz nedenleri genelleştirmemek gerektiğine inanan İbn Rüşd, felsefe ile dinin barışık olduğunu anlatır. Sözlerine devamla, her ne kadar felsefenin menşei Yunan’a dayanıyorsa da bunun din açısından sakıncalı olmadığını, bu sebeple felsefe aleyhine genellemeler yaparak karşı çıkmanın anlamsız olduğunu dile getirir.
Doğal olarak İbn Rüşd, insanların tabiatlarını, akıl ve tasdik bakımından birbirinden farklı görür. Şüphesiz bu görüş, Kur’an’a da aykırı değildir: “Herkes kendi mizacına ve karakterine göre iş yapar.” Dolayısıyla bir insanı diğer insanlardan ayıran birtakım kişisel özellikleri vardır. Buna bağlı olarak her insanın duygu ve heyecan yönü farklı olduğu gibi fiziki ve ruhi nitelikleri de bir değildir. Hâliyle bu farklılıklar, insanların bilimsel alandaki uğraşlarına ve din anlayışlarına da yansıyacaktır.

Ferdi Farklılık
Bundan dolayı İbn Rüşd’ün, insanlarla herhangi bir mesele konuşulurken bu farklılıkların göz önünde tutulması gereken yönler olduğuna dikkatleri çekmiş olması, asla yadırganmamalıdır. Bu açıdan o, felsefi bilginin halk seviyesine indirilmesine karşıdır. Felsefi bilgiden halk, korunmalıdır. Bu konuda İbn Rüşd, görüşlerini Hz. Peygamber’den gelen şu rivayetle temellendirir: “Halka, anlayacakları bir dille konuşunuz.”Bu yüzden İbni Rüşd ilmî hayatında bu ilkeyi temel düstur edinmiş olan filozofumuz, halka konuşurken ‘hatabi’; entelektüel seviyesi yüksek olan kesimlere meselelerin anlatılmasında akılcı bir yöntem izler. Ayrıca, din ve felsefeye ilişkin konuların anlatımında düşünce sistemini Nahl suresinin 125. ayetine dayandırarak şu üç yöntemi önerir.
İbn Rüşd’ün din felsefesinde bu üçlü tasnifinin ilkini, hikmetin karşılığı olarak gördüğü felsefecilerin metodu olan burhan; ikincisini, en güzel tartışmanın karşılığı olarak gördüğü kelamcıların metodu olan cedel (diyalektik); üçüncüsünü ise, güzel nasihatin ve öğüt vermenin karşılığı olarak gördüğü hatabî/retorik yöntem oluşturur. Bu son yöntem, itikadi konularda te’vîli kabul etmeyen selefin metodudur.
İbn Rüşd’e göre insanlık yaratılış, yetenek, akıl, bilgi vb. gibi özelliklerle bu üç yöntemden birisiyle Allah’ı bilmeye ulaşabilir. Durum bu olunca, delil ve burhana dayanan bir düşünce tarzı, dinin getirdiğine aykırı düşecek bir netice meydana getirmez. Hak hakka aykırı olmaz. Aksine, hak olan bir şey, hak olan diğer bir şeye uygun olur ve ona şahitlik eder.
Din ve Felsefe, İki Ayrı Aksiyomatik Yapıdır
‘Hikmet, şeriatın dostu ve aynı memeden süt emmiş (öz) kardeşidir’ SÜT KARDEŞtir diyen İbn Rüşd, dine ve felsefeye, iki ayrı aksiyomatik -iki ayrı çıkarımsal- yapı olarak bakmıştır. O; doğruyu, her ikisinin kendi sınırları içinde bulmak gerektiğini savunmuştur.

Felsefe ve Dinin Temel İlkeleri
Burada kastedilen doğru ise, temel ilke ve önermelerin doğruluğu değil, akıl yürütmenin doğruluğudur. Çünkü temel prensipler ve önermeler, felsefede olduğu gibi dinde de daha önce konulmuş şeylerdir. Hiçbir kanıt ve burhan olmaksızın evvela onların kabul edilmesi gerekir. O hâlde filozof, dinî problemleri ve konuları münakaşa etmek istiyorsa, ilkin, dinin temel ilkelerini; eğer din bilgini, felsefenin sorunlarını tartışmak istiyorsa -hangi felsefe olursa olsun- öncelikle o felsefeyi perçinleyen temel prensipleri kabul etmelidir. Zira felsefenin kendine özgü ilkeleri olduğu gibi, dinin de kendine özgü ilkeleri vardır; bu ilkeler birbirlerinin içerisine müdahil kılınırsa, sorunlar daha da çözümsüz ve karmaşık hâle gelebilir. Bu sebeple, din ile felsefenin ilkeleri birbirinden ayrı tutulmalıdır.
Sonuç olarak İbn Rüşd’ün İslam düşüncesine en büyük katkısı, felsefe-din ilişkileri alanında olmuştur. O, selefleri olan Kindî (v. 252/809), Farâbî (v. 339/950) ve İbn Sînâ (v. 428/1037) gibi dinî açıdan felsefenin meşru olduğunu dile getirerek, hikmetin dine düşman değil, dost olduğunu vurgulamış, ayrıca felsefe öğrenmenin ve eskilerin ortak kültür mirasını inceleme ve araştırmanın önemi üzerinde durmuştur. Böylece, İslam âleminde bir bakıma felsefeye yeniden bir itibar kazandırmıştır.
Bir başka açıdan İbn Rüşd, felsefi düşüncenin savunulmasında görüşlerini Kur’an’la temellendirmek suretiyle, Gazâlî ile başlayan felsefenin yaşadığı meşruiyet krizini aşmaya çalışmıştır. Özellikle Faslü’l-Makâl ve el-Keşfu an Minhâci’l-Edille isimli eserlerinde felsefeyle dinin barışık olduğunu ve her ikisinin de gerçeğe işaret ettiğini vurgulamıştır.
Diğer taraftan İbn Rüşd, dini anlamada tek yöntem dayatmalarına karşı çıkmış ve çoklu yöntemleri önermiştir. Çünkü dini, tek bir yöntemle anlamayı savunmak, başta İslam olmak üzere, insanın da doğasına aykırıdır. Bu sebeple, dinî metinleri kavrama ve yorumlamada üç yöntem kullanılmalıdır. İbn Rüşd’e göre burhanî yöntemi filozoflar, diyalektik yöntemi kelamcılar, retorik yöntemi ise, selefiyye tercih etmiştir.

Nitekim Mehmet Akif’in de son arzusu budur:
Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürüdü,
Hadi göster bakayım şimdi de İbnü’r-Rüşd’ü?

Sudur Nazariyesi

İbni Rüşt'e göre Aristo’nun sudur nazariyesi yoktur, ona aitmiş gibi anlatılan nazariye Plotinus’a aittir der ve Gazali gibi o da sudur nazariyesini reddeder. Kur’an’ın sudur nazariyesini desteklemediğini söyler. İbni Rüşt’e göre kainatı tek bir güç idare etmektedir.

Din ve Felsefe Uyumu

İbni Rüştün en temel iddiası, din ile felsefe arasında hiçbir uyuşmazlığın ve çelişkinin olamayacağı düşüncesidir. Gazali'nin din ile felsefenin kesinlikle uzlaşamayacağı düşüncesinin İslam dünyasının en acil problemi haline geldiğini görerek çifte hakikat öğretisiyle bu ikisinin birbiriyle çatışmak bir yana bir ve aynı hakikatin iki ayrı yüzü olduğunu savunmuştur.

Din ve felsefeyi aynı kaynaktan beslenen iki ayrı alan olarak gören İbni Rüşd onları "sütkardeş"e benzetir. Gerek vahiy mahsülü olan din gerekse insan aklının ürünü olan felsefenin beslendiği kaynak ilahi ilim ve hikmetten başkası değildir. Din vahiy olarak doğrudan bu kaynağın ürünü iken felsefe insan aklının aynı ilahi ilim ve hikmetten ontik düzendeki tecellisi olan sebep-sebepli ilişkisini kavrayışının ürünüdür. Bir ve aynı kaynaktan beslenen din ve felsefe içiçe olan hakikatlerdir. Hakikat hakikate ters düşmez aksine birbirini destekler. Buna rağmen birtakım arizi sebepler dolayısıyla ilk bakışta bazı insanlara felsefi sonuçlar veya aklın verileri ile dini naslar arasında bir uyumsuzluk ve çelişki varmış gibi gözükebilir. Bu durumda yapılması gereken şey din ile felsefenin uzlaştırılması bunun yolu da dini nasların tevil edilmesidir.

Allah'ın Varlığının Delilleri

İbni Rüşd din ve felsefenin uzlaştırılması konusunda önerdiği yöntemi din felsefesinin en temel problemleri üzerinde başarıyla uygulayarak din ile felsefenin uzlaştırılmasının en güzel örneklerini sergiler. Bir yandan Allah'ın varlığı, birliği sıfatları ve fiiilleri konusunda gerek burhana dayalı felsefenin gerekse dinin insanı aynı sonuca nasıl ulaştırdığını ortaya koyarken diğer yandan metafizikten din felsefesine fizikten psikoloji ve epistemolojiye kadar bütün felsefe disiplinlerinin aynı bakış açısıyla nasıl kuşatılabileceğini göstermeye çalışır. Tanrının varlığının din ve felsefenin ortak paydası saydığı inayet ve ihtira delilleriyle ispatlanabileceğini savunur. Sürekli yaratma teorisiyle de Tanrı alem ilişkisi ve alemin ezelliği sonradanlığı meselesini hem Aristo hem de İslam filozoflarından farklı bir yaklaşımla yorumlar. (Hüseyin Sarıoğlu, İbni Rüşd, İsam Yay., İst., 2011,s.26)

İbni Rüşd'e göre, İslam dünyasında Allah'ın varlığını kanıtlama konusunda üç ayrı yöntemden bahsedilebilir:

1. Haşeviyye'nin savunduğu Allah'ın varlığının ancak nakil/vahiy/din yolula bilineceği bu konuda akln hiçbir yetki ve katkısının olamayacağı şeklindeki yaklaşımıdır. İbni Rüşd bu yaklaşımı başta dinin özüne ve beyanlarına aykırı bulmaktadır.

2. Daha sonra ele aldığı Sufilerin nefsani duyguları öldürerek Allah’a ulaşılacağı görüşünü de Kur’an’a uygun bir açıklama olarak değerlendirmez. Sufilere göre, hakikate nefsin şehevi arzularının köreltlip bunun sonucunda alınan ilham sayesinde ulaşılmaktadır.

3. Allah’ın varlığının delillerini anlattığı Keşf'an Menâhic el-Edille adlı eserinde Eşariliğin nakli delillere önem verdiğini ve akli delilleri önemsemediğini anlatmaktadır. Özellikle Eşarilerin hadis muhdis delilini sağlam bulmaz.Mutezilenin delilleri hakkında da geniş bir malumat elde edemediğini ancak onların görüşlerinin Eşariliğe benzediğini ifade eder. Bu görüşler hudus ve imkan delili üzerinde durmaktadır. Halbuki bu iki delil akli delilin herkes tarafından anlaşılıp kabul edilebilmesini sağlayan a) kesinlik ve b) basitlik özelliklerinden yoksundur.

Hemen belirtelim ki bu yöntemleri yetersiz sayması İbni Rüşd'ün bu delilleri bütünüyle reddettiği anlamına gelmemektedir. İbni Rüşd'e göre, İlk hareket ettirici Tanrı hem aktüel sebebi hem de tek tek bütün varlıkların varlıklarını borçlu olduğu cisimsel olmayan tözdür. Allah’ın varlığının delillerini ele alırken İbni Rüşd daha çok inayet ve ihtira delili üzerinde durmaktadır.

İnayet delili evrende tam da insanın yaşayacağı şekilde dizayn edilmiştir şeklinde tarif eden İbni Rüşd, kainatta var olan her şeyin insanın varlığına uygun olduğunu söylemiştir. Daha da önemlisi bu uygunluğun tesadüfen olması imkansızdır.

İhtira delilini “evren yaratılmıştır o zaman bir yaratıcıya ihtiyaç var” şeklinde formüle eden İbni Rüşd bu konuda Kur’anın insanlara meydan okuduğunu ve insanların Allah’ın dışında inandıkları Tanrıların sineği bile yaratmaktan aciz olduğunu söyler der.

İbni Rüşd insanın gözlem ve düşünme gücüne hitap eden inayet delilinin Kur'an'ın organik ve inorganik varlık alanında olup biten bazı olay ve varlıklara dikkatleri yönelten insanları onlar üzerinde düşünmeye teşvik eden pekçok ayetinde tekrarlandığını önemle vurgulamaktadır. (İbni Rüşd, el- Minhacul edille, s.135, 148,193)

Yeryüzünde bitkiler, hayvanlar ve diğer varlıkların durumu son derece hikmetlidir. Aynı şekilde göklerin ve gök cisimlerinin varlığın devamına hizmet eden kesintisiz ve son derece düzenli hareketi de buna işaret etmektedir. Bütün bunlar kendiliğinden meydana gelemeyecek kadar mükemmel olaylardır. Dolayısıyla onları yaratıp yöneten bir yaratıcı olmalıdır ki o da Yüce Allah'tır.

İbni Rüşd sebeplilik delilini eleştirerek sonsuza kadar giden bir sebepliliğin olamayacağını beyan eder. Ayrıca fail, şekil, madde ve gaye sebepten fail sebebin öne çıkması gerekir der. Yine ilk sebebin açık olmadığı için anlaşılmaz olduğunu ifade eder.

Mümkün ve zorunlu varlık konusunu karmaşık bir konu olarak görür ve mümkün varlıkların sebebinin zorunlu varlığa ulaşamayabileceğini söyler. Bu nedenle bu delilin İbni Sina’nın iddia ettiği kadar ikna edici olmadığını ifade eder.

Eskilerin Allah’ın varlığını anlatırken kullandıkları en mükemmel delilin hareket delili olduğunu savunur. Burada ilk hareket ettiricinin Allah Teala olması gerektiğini ifade etmektedir.

 

KAYNAKÇA

Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfü’l-Hafâ, Mısır, 1951.
Altıntaş, Ramazan, İslam Düşüncesinde İşlevsel Akıl, İstanbul, 2003.
Aydın, Mehmet, Din Felsefesi, İzmir, 1987.
Câbirî, Muhammed Âbid, Felsefi Mirasımız ve Biz, (çev. Said Aykut), İstanbul, 2000.
Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed, Kavâıdü’l-Akâid, (tahk. M. Muhammed Ali), Beyrut, 1985.
Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed, el-Mustesfa fî Usûli’l-Fıkh, Kahire, 1392.
İbn Rüşd, Ebu’l-Velîd Muhammed b. Ahmed b. Muhammed, Faslü’l-Makâl, (Felsefe-Din İlişkileri içinde), hzl. Süleyman Uludağ, İstanbul, 1985.
İbn Teymiyye, Takıyyüddin, Der’u Teâruzi’l-Akl ve’n-Nakl, tahk. Abdüllatif Abdurrahman, Beyrut, 1997.
Rosenthal, Erwın I. J., Ortaçağ’da İslam Siyaset Düşüncesi, (çev. Ali Çaksu, İstanbul, 1996.
Suyûtî, Celâlüddîn, Savnü’l-Mantuki’l-Kelâm an Fenni’l-Mantıkı ve’l-Kelâm, Kahire, 1947.

Not: Bu yazı makale, köşe yazısı vs. gibi akademik bir yazı değildir. Sadece ders notu olarak kullanılmaktadır

(Bu makale yazılırken wikipediadan yararlanılmıştır)

Son Güncelleme: Pazartesi, 11 Aralık 2023 23:40

Bizi Takip Ediyor musunuz ?

Biz neredeyiz ?

  • Gökkuşağı Mahallesi 1104. Sok. 19/24 Balgat - Çankaya - Ankara

  • Tel: (+90) 505 8894038

www.muhder.com