Mevlana’da İnsan ve İman felsefesi
Cuma, 17 Nisan 2020 22:48 Prof. Dr. İlhan Yıldız İzlenimler: 514
Mevlana Yunan felsefesini ve İslam kelamını/felsefesini okur. Sonra bütün bunların hedefinin Allah’ı aramak ve Allah’a ulaşmak olduğunu fark eder.
Mevlana felsefe ve din alanında çalışan bilginlerin Allah’ı nasıl ve nerede aradığını kısaca şöyle kategorize eder:
1. Allah gökte ve yerde diyenler kozmolojik delili savunmuşlardır.
2. Allah evrendeki düzende, gayelilikte, estetikte, güzellikte, hikmette diyenler teleolojik delili savunmuşlardır.
3. Allah zihnimizde, tasarımlarımızda, düşüncelerimize diyenler ontolojik delili savunmuşlardır.
Sevgi
800 yıllık bir sevgi Mevlana’nın sevgisi, bir çınar gibi köklü, bir pınar gibi berrak insanı akıl değirmeninde eriten, aşk teknesinde yoğuran bir oluş.
Üç sözden fazlası değil ömrüm; hamdım, piştim, yandım…
Zaman büyük bir hızla akıp gitmişti. Mevlana’nın sevgi ateşi ise yıldan yıla asırdan asra büyüyordu. Anadolu’nun ortasından Konya’dan yayılan bu sevgi ışığı günümüze kadar gelmiş barışı ve aşkı arayan insanları etkilemiştir.
O insanları sevmişti. O yeni bir dostluk ve kardeşlik birliği yaratmıştı. Hristiyan, Budist ve İslam dünyasında.
Herkesi sevmek mümkündür. Hristiyanları, Yahudileri, Hinduları, ateşe tapanları ve Müslümanları.
O karanlıklar içerisinde insanlığın altın çağını yaşamış ve yaşatmıştı. Sönmeyen ve hiç sönmeyecek olan yıldızlar gibiydi, zaman ve mekândan bağımsız hür bir kimlikti. Evreni kalbine sığdıran bir adamdı. Demirdi ancak ateşten erimişti. Şekerdi ama suda yok olmuştu. Tevazuu topraktan, cömertliği akarsudan, insan seçmezliği güneşten öğrenmişti. Aşkın dansı yani sema ise kalbindeki o bitmeyen ışıktan .
Mevlana bu durumu şöyle anlatmaktaydı:
“Hristiyan ülkelerini dolaştım da baştan sona arandım ama çarmıhta o hiç görünmedi bana, o hiç yoktu
Hintlilerin puta Mecusilerin de ateşe tapındıkları mabedlerin hiç birinde,
Doludizgin yollar aştım kabeyi tavaf ettim de yoktu. O yaşlıya gence sığınak olan Kâbe de,
Sonra kendi yüreğime baktım can evime işte ordaydı, gördüm ordaydı, yoktu başka hiç bir yerde…
Mevlana bütün bu kategorizasyonlardan uzaklaşarak Allah’ın insanın kalbinde olduğunu savunmaktadır.
Mevlânâ’nın “gönül”den söz ettiği bir gazeli de “Dîvan-ı Kebir”de yer almaktadır:
Gönlün varsa gönül Kâbe’sini tavaf et. Anlam Kâbe’si gönüldür; ne diye toprak sanıyorsun onu?
Allah, suret Kâbe’sini tavaf etmeyi, onun vasıtasıyla bir gönül ele alasın diye buyurmuştur.
Bir gönül incittin mi bin kez yaya gitsen de Kâbe’yi tavaf etsen Allah kabul etmez.
Malını-mülkünü ver de bir gönül al; al da o gönül, mezarda, o kapkara gecede ışık versin sana.
Allah kapısına BİNLERCE ALTIN TORBASI GÖTÜRSEN Allah, bize bir şey getireceksen GÖNÜL getir der.
Çünkü der, altın, gümüş, kapımızda hiçbir şey değildir, bizi istiyorsan istediğimiz gönüldür bizim.
Senin, bir saman çöpü kadar değer vermediğin yıkık gönül, Arş’tan da üstündür, Kürsi’den de, Levh’ten de, Kalem’den de.
Hor bile olsa gönülü hor tutma, o horluğuyla gene de pek üstünler üstünüdür gönül.
Yıkık gönül, Allah’ın baktığı varlıktır; onu yapan can, ne de kutludur.
Kırılmış, iki yüz parça olmuş gönülü yapmak, Allah’a haçtan da yeğdir, umreden de.
Allah defineleri, yıkık gönüldedir. Yıkık yerlerde pek çok defineler gömülüdür.
Kul gibi, köle gibi gönüllere hizmet için kemer kuşan da sırlar yolu, yüzüne açılsın.
Sana kutluluk gerekse, devlet istiyorsan, gönüller almaya, ululuğu bırakmaya bak.
Gönüllerin yardımı seninle at başı beraber giderse kalbinden hikmet kaynakları akar.
Dilinden sel gibi Âb-ı hayat akar; soluğun, Mesih’in soluğu gibi hastalıklara ilâç olur.
İki dünya da bir gönülceğiz için var olmuştur; okuyanın dudağından çıkan “Sen olmasaydın” hadisini duy.
Yoksa varlığın, mekânın, güneşin, Ay’ın, yerin ve şu gök kubbenin vücudu nerden olacaktı?
Sus, her kılında iki yüz dil olsa da söylesen, gönül, gene de anlatışa sığmaz.
(Mevlânâ Celâleddîn: Dîvân-ı Kebir, (trc. Abdülbakî Gölpınarlı) Ankara 1992, c.7, s. 608-609.)
Başka bir deyişle, Mevlana çoğunlukla tabiat üzerinde yoğunlaşmış ve Allah’ın varlığının delilleri olarak ontolojik, teleolojik ve kozmolojik delillere saplanıp kalmış İslam filozoflarını da aşağıdaki beyitte görüldüğü gibi “İnsan ve İman felsefesi yapmaya” davet ediyor.
“Yunan felsefesinden çekil gel artık. İman felsefesini (hikmetini) de biraz oku artık.” (Mevlana, Mesnevî, I,160.)
Mevlana’nın insana dönüşü, insandan hareketle Allah’a ulaşmak içindir.
İlahi hakikatlere ve eşyanın hakikatine ulaşmanın yolu salt lafzi yani ayet ve hadis analizi yapan kelam ve fıkıh ekolünün yanı sıra ayet ve hadislerin ilk bakışta fark edilen anlamlarının dışında görünmeyen Bâtıni anlamlarından yola çıkarak hakikate ulaşmaya çalışan tasavvuf ekolün varlığı bir gerçektir.
Tasavvuf, bilmek değil olmaktır; söze ve tutuma ilişkin bir epistemolojik ve zihinsel bir durumdan çok tutum, katılım ve farkındalık içeren bir süreçtir.
Mevlana’ya göre, insan nahiv ilmini değil mahv ilmini öğrenmelidir.
Mevlana’ya göre, insan nefsi mahv etmek suretiyle tezkiye edip günahtan arınarak bazı gerçeklere ulaşabilir. Ona göre gönül levhası ne kadar lekesiz ve temiz olursa iman hikmetinin nakışları o kadar parlak ve aydınlık olur. İşte o zaman hoca olmadan, kitap olmadan peygamberlerin getirdiği bilgiler ve marifetler insanın içine doğar da hikmetin ağzı açılır, iman, kalbe akmaya başlar.
“Kalp aynası tozdan kirden arınmış ve tertemiz olursa,
Su ve toprağın dışındaki nakışları o zaman görürsün
Gönül penceresi geniş ve camları da tertemizse,
Hiç bir vasıta olmadan Allah’ın nuru kalbe ulaşır.” (Mevlana, Mesnevî, I,105)
Mevlana bu durumu “Padişah ve Resim Yarışması” adlı bir hikaye ile açıklamıştır.
Bu hikayeye göre, bir padişah resim yarışmasında birinci olanı seçebilmek için Rum ve Çinli ressamların karşılıklı iki duvara resim çizmesini istemiştir. Çinli ressamlar boya, fırça vs. birtakım malzemeler talep etmişler. Rum ressamlar ise, sadece zımpara istemiş. Malzemeler her iki tarafa da iletilmiştir. İki tarafta kendilerine ait perdelerle saklanan bölümlerde çalışmaya başlamışlar Bir müddet sonra resimlerin tamamlandığını padişaha bildirmişler. Padişah önce Çinlilerin resmine bakmış ve çok beğenmiştir. Daha sonra Rum ressamların duvarı açılınca Padişah şaşkınlık ve hayranlık içinde bu resmi beğenmiştir. Şaşırmasının sebebi bu resmin Çinli ressamların çizdiği resimle aynı olmasıdır. Beğenmesinin nedeni ise o resimden bu resmin daha parlak ve güzel görünmesidir. Mevlana bu hikayedeki hikmeti anlatırken şöyle der: Aslında Rum ressamlar duvara resim falan çizmediler sadece duvarı zımparalayarak ayna haline gelmesini sağladılar. Çinlilerin resmi daha parlak bir şekilde karşı duvara yansımış oldu.
Burada Mevlana Allah Teala’nın insan kalbine tecelli ettiğini söylemektedir. “Yere göğe sığmadım, Mümin kulun kalbine sığdım” kutsi hadisinde tam olarak Allah Tealanın bu durumdan bahsetmektedir. Ancak Allah Teala’nın insanın kalbine tecelli etmesi için bu kalbin dünya kirlerinden temizlenmesi gerekmektedir. Mevlana’ya göre kalbin temizlenmesi aslında kalbimize konuk edeceğimiz Allah Teala için yapılan hazırlıktır.
“Bir can var canında o canı ara!
Beden dağındaki gizli mücevheri ara!
Ey yürüyüp giden dost bütün gücünle ara!
Ama dışarıda değil, aradığını kendi içinde ara!”
Mevlana’ya göre, insan Allah’ın varlığı konusunda şüphe duymamalıdır. Nitekim Allah Teâla Kur’an’da şöyle buyurmaktadır:
“Yeri ve gökleri yaratan Allah hakkında şüphe olabilir mi?” (İbrahim, 10)
Mevlana Celaleddin er-Rumî‘nin İslam düşünce tarihinde ayrı bir yeri vardır. O İslam akaidini ve en zor kelami problemleri halkın anlayacağı bir dil ile –özellikle temsili anlatımla- halka sunarak söz konusu inançların Müslümanlar arasında kökleşip yerleşmesine sebep olmuştur.
Neredeyse tüm müellifler, mütekellimler, araştırmacılar ve İslam davetçileri gaybi hakikatleri ispatta ve dini inançların anlatımında insanları akli burhanlar ve felsefi öncüller çerçevesinde düşünmeye zorluyorlardı. Konular hep mahsusat alemiyle kıyaslandı.
İşte böyle bir zamanda akla gereken değeri vermekle birlikte imani hakikatleri gönül diliyle anlatacak güçlü bir şahsiyete ihtiyaç vardı. Mevlana Celaleddin-i Rumi bu ihtiyacı çoktan görmüş ve hem diliyle hem de kalemiyle arzu edilen tarzda İslam inançlarını ve kelami konuları başarılı bir şekilde anlatmıştır.
Mevlana’ya göre bu durum dini tecrübe ile hasıl olan pek çok manevi konunun inkarına yol açtı. Dinin hissi yönü neredeyse kaybediliyor, şekilciliğe veya kuru akli çekişmelerin yaşandığı bir alana dönüştürülüyordu. Böylece kalplerdeki iman coşkusu azalıyordu. Halbuki Allah inancı, dini duygu atmosferi ve dini tecrübe süreci içinde ortaya çıkmaktadır. Böylece Mevlana’nın Allah’ın varlığı ile ilgili olarak dini tecrübe delilini benimsediğini görmekteyiz.
Mevlana’ya göre, aşk inanma, anlama ve olma sürecidir. Mevlana, insan nefsini şüphe ve zan yeri olarak kabul eder. Bunlardan kurtulmanın tek yolunun ise aşk olduğunu söyler.
Mecnun ve Devesi
Mevlana, aşk konusunu açıklamak için Mecnun ve devesi arasında geçen bir hikayeyi anlatmaktadır. Bu hikayede Mecnun Leyla’ya, deve ise yavrusuna aşıktır, ve ona kavuşmaya çalışmaktadır. Devenin yuları Mecnunun elindedir. Ancak bu seyahatte şöyle bir sorun vardır. Devenin yavrusu Leyla’nın bulunduğu yerin tam tersi istikamettedir. Mecnun Leyla’ya kavuşmak için deveyi hızlı bir şekilde sürmektedir. Ne zaman ki Leyla’yı düşünüp hülyalara daldığında deve hemen Mecnun’un çizdiği güzergahın tam tersi istikamete yönelerek yavrusuna doğru koşmaktadır.
Mesnevi kitabında yer alan tevhit anlayışı
Mevlana’nın şiirleri, tüm kültür ve insanlık için kolay ulaşılabilir. Herkesin anlayabileceği ortak bir dildendir. Hatta insanlar arasında ayırım gözetmemektedir.
“Dostum ben senim, sende bensin beri gel beri daha da beri
Değil mi ki sen bensin, ben de senim, peki nedir bu senlik benlik”
O birliği o kadar güzel ifade ediyor ki bir mısra yeter. “Mesnevi-i ma dükkan-ı vahdet est’’/ Benim mesnevi kitabım birlik dükkânıdır.
Çünkü aşk dost olmaktır. Aşk kardeş olmak, birlik olmak, anlamak ve empati kurmaktır. İşte tüm bunlar Mevlana’nın aşk öğretileridir. Tanrıya olan aşk dolayısıyla insana olan aşk.
Mevlana öğretilerini hissetmenin zamanıdır. Aşk, aşk, aşk, sevilmek ve aşkın sonsuzluğunu keşfetmek için.
Yaşamın ana felsefesi aşkın felsefesidir. Ve bütün amaçlananlar sadece o aşkın varoluşçu ve bilinirliği içindir.
“Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol.
Hoşgörülükte deniz gibi ol.
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.
Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
İster kâfir, ister Mecusi,
İster puta tapan ol yine gel, ,
Bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir,
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel…”
Not: Bu yazı makale, köşe yazısı vs. gibi akademik bir yazı değildir. Sadece ders notu olarak kullanılmaktadır.
Son Güncelleme: Perşembe, 03 Kasım 2022 12:43
Bir yanıt yazın