İbni Rüşd
Çarşamba, 23 Aralık 2015 04:59 Prof. Dr. İlhan YIldız İzlenimler: 4586
İbn-i Rüşd: Felsefenin ve Bilimin Yıldızı
Endülüs’te 1126 yılında Kurtuba’da doğan İbn-i Rüşd, felsefe, tıp ve hukuk alanlarında uzmanlaşmış bir âlim olup, 1198’de Fas’ta 72 yaşında vefat etmiştir. Hem felsefe hem de tıp alanında derin bilgi sahibi olan İbn-i Rüşd, hocaları arasında döneminin seçkin isimlerinden İbni Tüfeyl ve mutasavvıf Muhyiddin İbni Arabi yer almaktadır. Batı dünyasına akılcı düşünceyi tanıtarak Avrupa’nın bilimsel ve felsefi ilerlemesine önemli katkılar sağlamış ve bu nedenle Avrupa’da büyük bir etki yaratmıştır. Örneğin, 12. yüzyılda eserlerinin Latinceye çevrilmesiyle Thomas Aquinas gibi dönemin önde gelen düşünürleri üzerinde etkili olmuş, skolastik felsefenin gelişimini derinden etkilemiştir. Aynı dönemde Batı kilisesi ise Gazali’yi öne çıkarmıştır.
Aristo ve İbn-i Rüşd’ün Mirası
İbn-i Rüşd, Aristo’nun eserleri üzerine yaptığı detaylı şerhleri ve Arapçaya yaptığı çevirilerle tanınmıştır. Onun çeviri ve yorumları, Aristo’nun mirasının Batı dünyasında yeniden keşfedilmesini sağlamış ve bu eserlerin 12. yüzyılda Latinceye çevrilmesiyle Rönesans düşüncesine ilham olmuştur. Özellikle, Aristo’nun metafizik ve etik üzerine olan şerhleri, Batı dünyasında Thomas Aquinas ve Albertus Magnus gibi dönemin önemli düşünürleri tarafından benimsenmiş ve skolastik düşüncenin temel taşlarından biri haline gelmiştir. Helenistik felsefenin ve İslam dünyasında biriken zengin bilimsel ve felsefi düşüncenin yeniden ele alınıp işlenmesinde onun katkıları büyüktür.
Emir Ebu Yakup Yusuf ve İbn-i Rüşd
Rivayete göre, Endülüs Emevi devleti emiri Ebu Yakup Yusuf, Aristo’nun Arapçaya çevrilen eserlerini okurken anlamakta zorluk çekmiş ve bu kitapların daha iyi açıklanması için veziri İbni Tüfeyl’den yardım istemiştir. Ancak İbni Tüfeyl, yaşının ilerlemiş olması nedeniyle bu görevi üstlenemeyeceğini ifade etmiştir. Aynı zamanda, hem bir filozof hem de bir hekim olarak sahip olduğu derin bilgi ve deneyimle bu sorumluluğun Ömer’in talimatına uygun bir şekilde yerine getirilmesi için en uygun kişiyi seçmek gibi bir yetki ve itibara sahip olduğunu göstermiştir. Bunun sonucu olarak, bu görevi yapabilecek birini bulacağını belirtmiştir. Bunun üzerine İbn-i Rüşd, Emir ile tanıştırılmıştır.
Bu buluşma, İbn-i Rüşd’ün ağzından şu şekilde anlatılmıştır:
“Emirül müminin Ebu Yakub’un huzuruna girdiğimde onu İbni Tüfeyl ile baş başa buldum. İbni Tüfeyl, benden ve ailemden layık olmadığım bir şekilde övgüyle söz etmeye başladı. Emir bana dönerek adımı, babamın adını ve soyumu sorduktan sonra dedi ki: ‘Filozofların semanın ezeli mi yoksa sonradan mı olduğu hakkındaki görüşleri nedir?’ Biraz korktuğum ve utandığım için felsefeyle uğraşmadığımı söylemeye çalışıyordum; zira İbni Tüfeyl’in bu konuyu onunla görüştüğünü bilmiyordum. Emir benim bu durumumun utangaçlılıktan kaynaklandığını fark etmiş olmalı ki İbni Tüfeyl’e dönerek bu meseleye dair konuşmayı bizzat kendisi başlattı. Aristo, Platon ve diğer filozofların görüşlerinden bahsediyor ve Müslüman filozofların bunlara karşı öne sürdüğü delilleri aktarmaktaydı. Onun bu konulardaki engin birikimi beni etkiledi. Emir beni rahatlattıktan sonra ben de fikirlerimi ifade etmeye başladım. Oradan ayrılırken Emir, bana mal, değerli giysiler ve bir binek tahsis edilmesini emretti.” (Hüseyin Sarıoğlu, İbni Rüşd, İsam Yay., İst., 2011, s. 34)
Bu görüşmenin ardından Emir, İbn-i Rüşd’ün Aristo’nun eserlerini toplayıp yorumlayabileceğine ikna olur. Emir’in desteğiyle İbn-i Rüşd, Aristo’nun eserlerinin kapsamlı şerhlerini hazırlamaya başlar. Daha sonra İbni Tüfeyl’in emekliliğiyle birlikte onun yerine saray doktorluğu görevine getirilir.
İbn-i Rüşd’ün Kalıcı Etkisi
İbn-i Rüşd, İslam dünyasında felsefe, tıp ve bilim alanlarındaki derin etkileriyle tanınmış en önemli isimlerden biridir. Gazali’nin Aristo’cu filozoflara yönelik eleştirilerini içeren Tehafütü’l-Felasife adlı eserinde, felsefenin teolojik açıdan sorunlarını ele almış ve Aristo geleneğine sert eleştiriler yöneltmiştir. Buna yanıt olarak İbn-i Rüşd, Tehâfüt el-Tehâfüt (“Filozofların Tutarsızlığının Tutarsızlığı”) adlı eserini yazmış, Gazali’nin eleştirilerine karşı Aristo’cu geleneği savunmuştur. Gazali, akıl ile vahiy arasında çelişki olmadığını ancak akılcı bir felsefenin sınırlı olduğunu vurgularken, İbn-i Rüşd akıl ve vahiy arasında tam bir uyum olduğunu iddia etmiştir. Bu fikir ayrılığı, hem İslam dünyasında hem de Batı’da dönemin felsefi tartışmalarının merkezinde yer almış ve derin izler bırakmıştır.
İbn-i Rüşd’ün hayatı ve eserleri, sadece kendi dönemiyle sınırlı kalmamış; düşünceleri yüzyıllar boyunca bilimsel ve felsefi gelişmelere ışık tutmaya devam etmiştir.
İbni Rüşd’ün İslam Dünyasında Bilinen Eserleri
- Fasl el-Makâl fî mâ beyne el-Şerî’a ve el-Hikme min el-İttisâl
Bu eser, şeriat ile felsefi düşünce arasında uyumlu bir ilişki kurmayı amaçlar. İbni Rüşd, akıl ve vahyin birbiriyle çelişmediğini savunarak, her ikisinin de hakikate ulaşmada farklı yollar sunduğunu ifade eder. Eserde, akıl yürütme yöntemlerinin şeriat hükümleriyle nasıl uyumlu hale getirilebileceği üzerine örnekler ve analizler sunulmaktadır. İbni Rüşd, din ve aklın birbiriyle çelişmediğini vurgular. - Keşfan Menâhic el-Edille ve ‘İkâ’id el-Mille
Milletlerin akaidleri ve inanç sistemlerinin kanıt yöntemlerini analiz eden bu eser, dini akideleri felsefi bir bakış açısıyla ele alır. İbni Rüşd, bu eserde özellikle Aristoteles’in yöntemlerinden yararlanmış ve mantıksal kıyas ile kelami delilleri mukayese ederek dinî meselelerde rasyonel bir çerçeve sunmuştur. - Bidâyet el-Müctehid ve Nihâyet el-Muktesid
İslam hukukunun temel meselelerini tartışan bu eser, farklı mezheplerin görüşlerini mukayeseli bir şekilde sunar ve içtihat kavramını derinlemesine ele alır.
Felsefe Üzerine Önemli Eserleri
- Kitâbu’l-Maķūlât:
Aristo’nun Kategoriler eserinin çevirisi olup, mantığın temel kavramlarını Arap okuyucularına tanıtır. İbni Rüşd, bu çeviri sırasında Aristo’nun kavramlarına dair kendi özgün yorumlarını ekleyerek, mantık disiplininin İslam dünyasında anlaşılmasını kolaylaştırmayı hedeflemiştir. - Telģîsu Kitâbi’l-Maķūlât:
Kategoriler eserine yönelik detaylı bir şerh sunarak, kavramsal çerçevenin daha iyi anlaşılmasını sağlar. - Kitâbu’l-İbâre:
Aristo’nun Yorum Üzerine adlı eserinin Arapçaya çevrildiği bu metin, dil ve mantık arasındaki ilişkiyi irdeler. - Telhîsu Kitâbi’l-İbâre:
Yorum Üzerine eserine yazılmış daha kapsamlı bir şerhtir ve metnin derinlemesine anlaşılmasına katkıda bulunur.
Aristo’nun Organon Külliyatı Üzerine Şerhleri
İbni Rüşd, Aristo’nun mantık külliyatı olan Organon üzerine üç seviyede (küçük, orta ve büyük) açıklamalar yazmıştır. Bunlar, mantığın temelinden ileri düzey analizlere kadar uzanır. Öne çıkan bazı şerhler:
Devlet Şerhi:
Siyaset felsefesine dair Aristo’nun görüşlerini açıklar ve kendi yorumlarını katar. İbni Rüşd, özellikle ideal devlet düzeni, adaletin uygulanması ve yöneticilerin erdemleri konularında Aristo’nun görüşlerini İslamî perspektifle yeniden değerlendirir. Toplumun refahını sağlama noktasında filozof-kral anlayışını tartışmış ve bunu dönemin İslam dünyasındaki siyasal yapılarla ilişkilendirmiştir.
Organon’a Giriş (İsagoci):
Mantık ilimlerine başlangıç niteliğinde bir açıklama sunar.
Organon’a Giriş Şerhi:
İsagoci üzerine yazılmış derinlemesine bir inceleme.
İkinci Analitikler Şerhi:
Kıyas ve bilimsel yöntemi ele alır.
Diyalektika Şerhi:
Tartışma sanatına yönelik detaylı bir çözümleme.
Sofistika Şerhi:
Yanıltıcı akıl yürütmeleri inceleyerek doğru ve yanlış muhakemeyi ayırt eder. İbni Rüşd, bu şerhte Aristo’nun yanıltıcı kıyas türlerini detaylandırmış ve İslam dünyasında bu tür mantık hatalarının giderilmesine yönelik özgün çözüm yolları sunmuştur.
Poetika Şerhi:
Sanat ve edebiyatın mantıksal temellerini tartışır.
Retorika Şerhi:
Hitabetin yapısını ve ikna yöntemlerini analiz eder.
İbni Rüşd ve Aristo Hakkındaki Düşünceleri
İbni Rüşd, Aristo’yu otuz yıl boyunca incelemiş ve “Politika” hariç tüm eserlerine şerhler yazmıştır. Bu yorumlar, Aristo’nun eserlerini sadece anlamakla kalmamış, aynı zamanda bu metinlerin üzerine eleştirel ve yaratıcı bir bakışla yeniden düşünülmesine katkı sağlamıştır. İbni Rüşd’ün bu eserlerinin İbranice’ye çevrilmesi, İbrani felsefesine kalıcı etkiler bırakmış ve Batı düşüncesinde Aristo felsefesinin yayılımına büyük bir ivme kazandırmıştır.
İbni Rüşd’ün düşüncelerinin etkisi Hristiyan skolastik düşünce geleneği içerisinde de hissedilmiştir. Özellikle Thomas Aquinas, Aristo’nun mantık sistemine yaptığı katkılarda İbni Rüşd’ün şerhlerine sıkça atıfta bulunmuş, Brabant’lı Siger gibi düşünürler ise İbni Rüşd’ün akıl ve vahiy arasındaki ilişki üzerine geliştirdiği fikirleri tartışmışlardır. Brabant’lı Siger, Thomas Aquinas ve Paris Üniversitesindeki diğer filozoflar özellikle Aristo’nun mantık çalışmalarına olan vurguları nedeniyle İbni Rüşd’e önem atfetmişlerdir. Thomas Aquinas gibi önde gelen skolastik düşünürler, Aristo’yu “Filozof” ve İbni Rüşd’ü “Şarih” (Yorumcu) olarak adlandırırken, bu isimlerin eserlerine duydukları derin hayranlığı yansıtmışlardır. Ancak İbni Rüşd’ün düşünceleri, İslam dünyasında etkili bir okul oluşturamamış ve onun vefatı, Endülüs’ün serbest düşünce hayatının sona erdiği bir dönemle örtüşmüştür.
İbni Rüşd ve Aristo: Benzerlikler ve Farklılıklar
İbni Rüşd ve Aristo, felsefe tarihindeki yerleri ve yaklaşımları açısından hem benzerlikler hem de farklılıklar sergilemişlerdir. Örneğin, her ikisi de akıl ve mantığı bilgiye ulaşmanın anahtarları olarak görmüş ve bu anlayışı eserlerinde vurgulamışlardır. Ancak, Aristo daha çok evrensel ilkelerle ilgilenirken, İbni Rüşd bu ilkeleri İslam dünyasının entelektüel ve toplumsal yapılarıyla uyumlu hale getirmeye çalışmıştır. İkisi de akıl ve mantık yürütmeyi bilgiye ulaşmanın temel yolu olarak benimsemiş, bu yüzden felsefe ve bilimin bağlantısını vurgulamıştır. İbni Rüşd, Aristo’nun metafizik, mantık ve fizik alanlarındaki yaklaşımlarını şerh ederken, bu düşünceleri zamanının dinî ve siyasi meseleleriyle uzlaştırmaya çalışmıştır. Bu yönüyle, Aristo’ya göre daha pragmatik bir tavır sergilemiştir.
Aristo’nun düşünceleri, kozmolojik ve metafiziksel soruların temel prensiplerini ortaya koyarken daha evrensel bir perspektif sunar. Örneğin, onun “Nedenler Teorisi” varlıkların dört temel neden üzerinden açıklanmasını sağlayarak bilimsel ve felsefi düşüncenin temel taşlarını oluşturmuştur. Ayrıca, evrenin hiyerarşik düzeni ve hareket teorisi, doğa felsefesinin ana yapısını şekillendirmiştir. İbni Rüşd ise, bu prensipleri çağının İslam dünyasındaki entelektüel ve toplumsal yapılarıyla birleştirerek düşünceleri pratiğe geçirme yolları aramıştır.
Bir diğer fark ise epistemolojik yaklaşımlarında görülür. Aristo, duyusal deneyimin bilgi edinmedeki rolünü vurgularken, İbni Rüşd, vahiy ve akıl arasında bir köprü kurarak dini bilgiyi de sistematik bir şekilde ele alır. Bu, İbni Rüşd’ün, Aristo’nun fikirlerini ele alırken, çağının gerekliliklerine uygun bir yorumlama yapma çabasını gösterir.
İbni Rüşd’ün Aristo’ya Bakışı
İbni Rüşd, Aristo’yu felsefe tarihinin zirve noktalarından biri olarak konumlandırmış ve onun mantık, fizik ve metafizik alanlarının kurucusu olduğunu belirtmiştir. Aristo’dan önce bu alanlarda yazılan eserlerin değeri, Aristo’nun metinlerinin derinliği ve kapsamı karşısında sönük kalmıştır. Ona göre, Aristo’nun yazdıklarını 15 asırlık bir süreç boyunca ne aşabilen ne de ciddi bir eleştiriye tabi tutabilen biri ortaya çıkmıştır. Bu, İbni Rüşd’ün Aristo’yu ne kadar yücelttiğini gösterir.
İbni Rüşd, Aristo’yu olağanüstü bir varlık olarak tanımlar ve şu sözlerle ifade eder:
“Bu adamın durumu ne kadar ilginç, insan fıtratından ne kadar farklı! Öyle ki adeta ilahi inayet onu insan topluluğuna, insan türünde en son yetkinliğin somut bir örneği olarak ortaya çıkarmıştır. Bundan dolayı eskiler ona el-İlahi adını vermişlerdir.”
Bu çarpıcı ifadeler, Aristo’nun insanlık tarihindeki eşsiz rolünü ve bu rolün felsefe, bilim ve mantık alanlarındaki etkisini net bir şekilde ortaya koyar. Örneğin, Aristo’nun “Nedenler Teorisi” hem Batı hem de İslam dünyasında düşüncenin temelini oluşturmuş, hareket ve değişim üzerine geliştirdiği kavramlar ise modern bilimin doğuşuna katkı sunmuştur. Ayrıca, mantık sistematiği, skolastik düşüncenin temel taşı olmuştur. İbni Rüşd, Aristo’ya olan derin hayranlığını sadece sözlerinde değil, onun fikirlerini sistematik bir biçimde şerh ederek ve İslam dünyasına adapte etmeye çalışarak da göstermiştir. Bu, Aristo’nun evrensel prensiplerinin nasıl farklı kültürler arasında köprü kurduğunu açıkça sergiler. Bu bağlamda, İbni Rüşd’ün kendi felsefi yaklaşımlarında Aristo’yu rehber kabul ettiği açık bir biçimde görülmektedir (Kaynak: İbni Rüşd, Telhisü Kitabil Kıyas (nşr. Cirar Cihami, Telhisü Mantıki Aristo içinde), I-III, Beyrut, 1982).
BİLGİ VE EPİSTEMOLOJİ
Felsefenin alt disiplinlerinden biri olan epistemoloji, ilkçağdan günümüze kadar her dönemde derinlemesine tartışılan bir konudur. Bilginin ne olduğu, kaynağı, türleri ve “doğru bilgi” kavramı insan zihnini sürekli meşgul eden temel sorular arasındadır. Doğru bilgi, var olana uygunluk ve nedensel bir temele dayanma özelliğiyle tanımlanabilir; bu, bireyin akıl ve duyum yoluyla ulaştığı bilgilerin gerçekliğe uygun olması anlamına gelir. Bu sorunlar, İslam dünyasında da farklı ekoller ve felsefi düşünceler çerçevesinde incelenmiş ve tartışmaya açılmıştır. Bu kapsamda çok önemli katkılar sunan düşünürlerden biri de İbn Rüşd olmuştur.
İbn Rüşd, epistemoloji alanında Aristoteles’ten derin biçimde etkilenmiştir. “Bir şeyi bilmek, o şeyin nedenini bilmektir” şeklindeki tanımı, Aristoteles’in epistemolojik yaklaşımıyla özdeştir. Ona göre nedenselliği reddetmek, bilgi ve aklın temelini reddetmekle eşanlamlıdır. Bilgi ediniminin ilk aşaması duyularla başlar. Duyuların sağladığı malzeme, akıl tarafından işlenerek kavramsal bilgiye dönüşürülür. Bu nedenle duyular bilgi ediniminin birinci basamağı iken, akıl ikinci basamağı oluşturur.
Aristoteles’in etkisi altında olmasına rağmen, İbn Rüşd’ün bilgi anlayışında bazı farklılıklar dikkat çeker. Örneğin, Aristoteles ilk hareketin kaynağını maddenin içkin bir özelliği olarak değerlendirirken, İbn Rüşd bu hareketi Tanrı’nın iradesiyle ilişkilendirir. Ayrıca, Aristoteles’in dört neden teorisinde tüm nedenlere eşit bir vurgu yapmasına karşın, İbn Rüşd etkin nedeni ön plana çıkarır; çünkü ona göre yokluktan varlığa geçişi sağlayan temel unsur etkin nedendir. Aristoteles, felsefeyi ilk ilke ve nedenleri araştıran bir bilim olarak tanımlar. Maddi, formel, etkin ve erek nedenlerden oluşan dört temel nedeni kabul eden İbn Rüşd, etkin nedeni ön plana çıkarmıştır. Ona göre yokluktan varlığa geçişi sağlayan, maddeye form veren ve erek nedeni gerçekleştiren unsur, etkin nedendir. Bu etkin neden ise Tanrı’dır. Tanrı, her şeyin nedeni ve bilginin kaynağıdır. Ancak insan bilgisi ile Tanrı’nın bilgisini kıyaslamak yanlış olur. Çünkü insan bilgisi sınırlı ve fenomenal dünyayla bağlantılıdır; Tanrı’nın bilgisi ise ezelî, mutlak ve her şeyi kuşatan bir nitelik taşır. Bu iki bilgi türünün niteliği arasındaki temel fark, varlık ve anlam boyutunda bir karşılaştırmayı imkânsız kılar. İbn Rüşd’e göre insan bilgisi, duyular ve akıl aracılığıyla var olan hakkında elde edilen bilgidir. İnsan, fenomenal dünyadaki nesneleri derece derece kavrar.
İbn Rüşd, Aristoteles’ten ayrıldığı noktalarda Tanrı merkezli bir yaklaşım sergiler. Aristoteles, ilk hareketin kaynağını maddenin bizzat kendisi olarak tanımlarken, İbn Rüşd “Muharrikül Evvel” (İlk Hareket Ettirici) olarak Tanrı’yı kabul eder. (Bkz. İbn Rüşd, Tehâfüt et-Tehâfüt (Tutarsızlığın Tutarsızlığı), Çev. Kemal İşık ve Mehmet Dağ, Samsun: Ondokuz Mayıs Üniversitesi Basımevi, 1986, s. 361).
İbn Rüşd’e göre insan zihni, fenomenal dünyayla etkileşim kurmadan önce tikel ya da tümel düzeyde bilgiye sahip değildir. Bu nedenle insan zihni, “boş levha” (tabula rasa) olarak tanımlanabilir. Bilgi, var olanı anlamaya ve ontolojik uygunluk ilkesiyle desteklenen bir yapı sayesinde doğruluğunu kazanır. Aristoteles gibi İbn Rüşd de ruhun bilgi edinimindeki önemini vurgular. Aristoteles’e göre insan bilgiyi arzu eder; bu arzu, hem fayda hem de mutluluk sağlar. Mutluluk, ruhun akıla uygun çalışmasıyla elde edilir. (Bkz. İbn Rüşd, Tehâfüt et-Tehâfüt, s. 288).
İbn Rüşd, bilgi edinim sürecinde algı, maddi akıl ve etkin aklın rollerini Aristoteles’in epistemolojisiyle ilişkili olarak ele alır. Bilgi, her ne kadar ruhun dışında var olan bir olgu olarak görülse de ruhun bir ürünü olduğu söylenebilir. Bütün yargılarımız, ruhun “onaylama” ve “red” işlemleriyle oluşur. Bu bağlamda bilgi, akılla kavranan nesnelerin artmasıyla gelişir ve zenginleşir. Ancak tek bir bilgiyle tüm bir gerçekliği anlamak mümkün değildir.
Duyum, deney ve tümevarım, İbn Rüşd’e göre bütün bilgilerin temel kaynaklarıdır. Bilgilerimiz, tekrarlanan duyumlar ve deneyimler yoluyla gelişir. Bilimsel ilkeler de duyumların tekrarlanması sonucu ortaya çıkar. Bu ilkeler, gözlemlerin tekrarlanabilirliğine ve bu tekrarlardan elde edilen genellemelerin mantıksal bir düzenlemesinden oluşur. Bu sayede, bilimsel ilkeler hem bireysel deneyimlere hem de bu deneyimlerden çıkarılan tümel kavramlara dayanır. Birinci duyum, ikinci duyumla; ikinci duyum ise üçüncü duyumla birleşerek tümel bilgi oluşturur. Aristoteles’in “Bir duyuyu kaybetmek, bir bilgiyi kaybetmektir” anlayışını İbn Rüşd de benimsemiştir. Ona göre insan, bir şeyi ancak nedenleriyle birlikte bildiği zaman kesin bilgiye ulaşabilir. Bir şeyi nedenleriyle açıklayan bilim ise en üstün bilimdir. Bu nedenle nedenselliği reddetmek, bilgiyi ve aklı reddetmekle eşdeğerdir. (Bkz. Hacı Kaya, İkinci Analitiklerin Orta Şerhi: İbn Rüşd, İstanbul: Klasik Yay., 2015, s. 164).
İbn Rüşd: Bilgi, Akıl ve Duyular Arasında Bir Denge
İbn Rüşd’ün bilgi anlayışı, klasik epistemoloji tartışmalarında benzersiz bir konuma sahiptir. Antik Yunan felsefesinden, özellikle Aristoteles’ten etkilenmiş olan İbn Rüşd, aynı zamanda İslam düşüncesinin metafizik, mantık ve bilim anlayışını birleştiren bir epistemolojik yapı geliştirmiştir. Bu sentez, onu Orta Çağ boyunca hem Batı hem de İslam dünyasında öne çıkan bir figür haline getirmiştir. Ne tam anlamıyla bir empirist ne de saf bir rasyonalisttir. Onun epistemolojisi, duyular ve aklın karşılıklı etkileşimine dayanır. Bu yaklaşımı, modern dönemde Kant’ın eleştirel felsefesine yaklaştıran unsurlar taşır. İbn Rüşd, bilginin sadece duyusal deneyimle veya salt akılsal çıkarımlarla değil, her ikisinin dengeli bir işbirliği ile elde edilebileceğini savunur. Bacon’ın filozofları arıya benzeterek bilgi üretiminde hem toplama hem de işleme süreçlerini vurgulaması gibi, İbn Rüşd de bu iki aşamalı yöntemin felsefi anlamını benimser. Duyular, bilginin ham malzemesini sunarken; akıl, bu malzemeyi işleyerek soyut ve tümel kavramlara ulaşır (İbn Rüşd, Tehafüt et- Tehafüt (Tutarsızlığın Tutarsızlığı), çev. Kemal ışık ve Mehmet Dağ (Samsun: Ondokuz Mayıs Üniversitesi Basımevi, 1986), 310).
Karınca ve Arı Metaforu: Duyular ve Akıl
Karınca ve arı metaforları bu bağlamda daha derin bir anlam kazanır. Karınca, çevresinden topladığı malzemeyi olduğu gibi taşır ve doğrudan kullanır. Bu, duyuların yalnızca ham bilgiyi sağlamakla sınırlı olduğunu ifade eder. Buna karşın, arı, malzeme toplama sürecinde aktif bir rol oynar ve topladığı malzemeyi sindirerek yeni bir ürün oluşturur. Arı metaforu, bilginin sadece toplama değil, aynı zamanda yaratıcı bir dönüşüm sürecini içerdiğini temsil eder. Örneğin, bir bilim insanı doğadaki gözlemlerini sadece bir araya getirmekle kalmaz, bu gözlemleri teorilere dönüştürerek insanlık için yeni bilgiler üretir. İbn Rüşd de bu bağlamda, duyusal verilerin akıl tarafından işlenmesi gerektiğini savunarak bilgi üretiminde hem duyuların hem de aklın iş birliğini öne çıkarır.
Nedensellik: Bilginin Temel Prensibi
Nedensellik ilkesi, İbn Rüşd epistemolojisinin merkezindedir. Ona göre, nedenselliğin reddi, akıl ve bilgiye doğrudan bir saldırıdır. Nedenselliği sorgulayan düşünceleri zanna dayalı ve kesinlikten yoksun olarak değerlendirir. İbn Rüşd, nedensellik anlayışıyla aklın sınırlarını belirlemeye çalışır. Ona göre bilgi, yalnızca duyuların işleviyle sınırlı değildir. Duyular, bilginin ilk basamağıdır ancak bu ham malzeme, daha yüksek düzeyde işlenerek kesin bilgiye dönüştürülmelidir.
Aristoteles’in “Yaşlı bir insan, genç birinin görme yetisine sahip olsaydı, onun gibi görürdü” ifadesiyle ortaya koyduğu gibi, duyusal algıların zayıflığı ve farklılığı, duyuların sınırlarını işaret eder. Duyuların bu sınırlı yapısı, yanılsamaların temel kaynağıdır. Bu yanılsamalar, duyuların verileri olduğu gibi yansıtma kapasitesine sahip olmadığını gösterir. Örneğin, sıcak bir cisme dokunduktan sonra soğuk bir nesne daha soğuk algılanabilir; bu, duyuların bağlama bağımlı olduğunu kanıtlar. Bu tür yanılsamalar, sadece algıdaki farklılıkları değil, aynı zamanda insan zihninin bu algılardan doğru bilgi üretme sürecindeki rolünü de gündeme getirir. Epistemolojik olarak bu durum, duyuların tek başına kesin bilgiye ulaşmak için yeterli olmadığını ve aklın bu sürece müdahil olması gerektiğini ortaya koyar (Hacı Kaya, “İbn Rüşd Felsefesinde Bilimsel Yöntem,” Iğdır Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, sy. 4 (2013): 19-23).
Duyuların İçsel İşleyişi: Ortak Duyu, İmgelem ve Anımsama
İbn Rüşd, duyuların bilginin sadece ilk aşaması olduğunu belirtir. Örneğin, insanın çevresindeki bir ağacı görmesi, onun yalnızca şekli, rengi ve büyüklüğü gibi duyusal özelliklerini algılamasıyla sınırlıdır. Ancak bu duyusal veri, akıl tarafından işlendiğinde, ağacın canlı bir organizma olduğu, büyüdüğü ve fotosentez yaptığı bilgisine dönüştürülebilir. Bu süreç, duyuların tek başına değil, akılla birlikte çalışarak bilginin oluşumuna katkıda bulunduğunu gösterir. Dış duyuların algıladığı ham veriler, iç duyular tarafından işlenir. Ortak duyu, farklı duyusal verileri bir araya getirerek bütünsel bir algı oluşturur. Örneğin, bir elma, rengi, kokusu, tadı ve şekliyle çeşitli duyular tarafından algılanır; ortak duyu ise bu unsurları birleştirerek bir elma imgesi oluşturur.
İmgelem, duyusal verilerin zihinsel temsillerini yaratır. Bu zihinsel temsiller bazen dış dünyada bir karşılığa sahip olsa da, hayal gücüne dayalı yaratımlarda bu zorunluluk ortadan kalkar. Örneğin, uçan bir at veya mitolojik bir varlık gibi hayali imgeler bu yetinin ürünüdür. Anımsama ise duyusal verilerin zaman içinde korunmasını ve anlamlarla ilişkilendirilmesini sağlar. Hayal gücü, insanın hakikate ulaşma çabasını besleyen önemli bir araçtır (Atilla Arkan, İbn Rüşd Psikolojisi (İstanbul: İz Yay, 2006), 376).
Akıl: İnsan Bilincinin Zirvesi
İbn Rüşd’e göre akıl, bilgi sürecinin en üst düzey unsuru olarak diğer yetilerden ayrılır. Duyusal deneyimden gelen ham malzeme, maddi akıl tarafından soyutlanır ve tümel kavramlara dönüştürülür. Bu süreçte etkin akıl, maddi aklın işlevlerini yönlendirir. Akıl, sadece bireysel varlıkların bilgisini değil, evrensel gerçeklikleri de kavrayabilecek bir kapasiteye sahiptir (Hilmi Ziya Ülken, İslam Felsefesi Eski Yunan’da Çağdaş Düşünceye Doğru (İstanbul: Doğu Batı Yay, 2015),369).
Nefs, insanın bilgi üretiminde merkezi bir role sahiptir. Nefs, bedenin birliği ve bütünlüğünü sağlarken, aynı zamanda bilginin işlenmesi sürecini de yönlendirir. Nefs ile akıl arasındaki ilişki, epistemolojik sürecin temelini oluşturur. Nefs olmadan tikel bilgiden, akıl olmadan tümel bilgiden bahsetmek mümkün değildir. Bu bağlamda, İbn Rüşd, akıl ve nefsin uyumlu bir işbirliğini bilgi sürecinin vazgeçilmez unsurları olarak konumlandırır ( Ramazan Turan, “İbn Rüşd’ün Akıl Anlayışı” (Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üniversitesi, 2006),74).
Sonuç: İbn Rüşd ve Modern Epistemoloji
İbn Rüşd’ün bilgi anlayışı, nedensellik ilkesine sıkı sıkıya bağlıdır. Bilgi, var olanlar hakkında bir öznenin bilinçli yönelimiyle oluşur. Doğru ve kesin bilgi, bilinenin doğru bir şekilde temsil edilmesine dayanır. Ancak insanın bilgi kapasitesi sınırlıdır. İbn Rüşd’e göre, duyular ve akıl bir arada çalışarak bilgiye ulaşmayı mümkün kılar; ancak Tanrı bilgisi gibi insanı aşan alanlar, bu sınırların ötesinde kalır.
Sonuç olarak, İbn Rüşd’ün epistemolojik yaklaşımı, bilginin elde edilmesinde hem duyuların hem de aklın vazgeçilmez olduğunu savunur. Onun yöntemi, bilginin sınırlarını belirlemeye ve insan zihninin kapasitesini anlamaya yönelik kapsamlı bir çaba olarak değerlendirilmelidir. Bu yaklaşım, modern epistemolojide Kant’ın deneyim ve akıl arasında kurduğu sentezle benzerlik taşır. Ayrıca, çağdaş bilimsel yöntemlerde deneysel veriler ile teorik analizlerin birlikte kullanılması, İbn Rüşd’ün bilgi anlayışını günümüzle bağdaştıran önemli bir unsurdur (Aziz Sekman, İbn Rüşd’ün Epistemolojisi, İnönü Üniversitesi Kültür ve Sanat Dergisi, Cilt/Vol. 4 Sayı/No. 2 (2018): 36-41)
DİN VE FELSEFE İLİŞKİSİ
Akıl ve Vahiy Arasında Dengeler
İbni Rüşd ve Akıl-Din İlişkisi
İbni Rüşd’ün akıl-din ilişkisini Faslu’l-Makal adlı münferit bir eserle ele alması, bu konuyu hem felsefi hem de pratik düzlemde derinlemesine irdelediğini gösterir. Bu eser, aklın dinî meselelerdeki rolüne dair çığır açıcı bir yaklaşım sunar. İbni Rüşd akıl kavramını iki kategoride değerlendirmektedir:
- Nazari Akıl: “El-ilmül-hak,” yani “hakikatin peşinde olan bilgi.” Bu akıl türü, insanın en yüksek bilgelik seviyesine ulaşma potansiyelini ifade eder.
- Ameli Akıl: “Olgunluğun, kemalin ve iyi davranışın izinde olan akıl.” Bu tür akıl, bireylerin ahlaki ve toplumsal sorumluluklarını kavrayarak hareket etmelerine olanak tanır.
Akıl, insanı varlıklar dünyasında öne çıkaran ve ona özel bir konum bahşeden bir yetidir. İnsanoğlu, sahip olduğu zihinsel kapasite sayesinde, hem fiziksel hem de metafiziksel düşünceler üzerinde derinlemesine bir tefekkür imkânına sahiptir.
İbni Rüşd, insanların anlama kapasitelerine göre üç bilgi seviyesine ayrılabileceğini ifade eder. Bu ayrım, bireylerin bilgiye erişim yollarını anlamak ve toplumsal iletişimde bu farklılıkları dikkate almak açısından kritik bir öneme sahiptir. İnsanların epistemolojik farklılıkları, dinî ve felsefî hakikatlere ulaşmada izledikleri yöntemleri ve başarı seviyelerini belirler.
- Hatabi Bilgi: Duyu ve algılarla sınırlı kalan bilgi. Bu bilgi seviyesi, genellikle soyut kavrayışın dışında kalır ve insanların en alt bilgi seviyesini temsil eder.
- Burhani Bilgi: Akıl yürütme ve mantık yoluyla soyut hakikatlere ulaşılması. Bu bilgi seviyesi, özellikle felsefi düşüncenin ve sistematik akıl yürütmenin bir sonucudur.
- Cedeli Bilgi: Hatabi seviyeyi aşan ancak burhani bilgi seviyesine ulaşamayan bilgi türü. Bu seviyedeki insanlar akıl yürütme kabiliyetine sahip olmakla birlikte, epistemolojik altyapı eksikliği nedeniyle daha ileri düzeye geçememektedir.
İbni Rüşd, dinin temel amacının insanlara hakikati ve erdemli davranışı öğretmek olduğunu savunur.
Gazâlî ve Felsefileşmiş Kelam
Gazâlî (v. 1111), kelam ve felsefe arasındaki diyaloğu yeni bir safhaya taşıyan önemli bir dönüm noktadır. Gazâlî’nin “Mantık bilmeyenin ilmine itibar edilmez” sözü, mantığın İslam düşüncesindeki yerini kurumsallaştırmada etkili olmuştur. Bu yaklaşım, mantığın sadece felsefi bir araç değil, aynı zamanda dinî meselelerde doğruya ulaşmak için vazgeçilmez bir yöntem olarak kabul edilmesini sağlamış, böylece İslamî ilimlerde mantık biliminin sistematik bir şekilde yerleşmesine önayak olmuştur.
Gazâlî’nin öncülüğünün ardından, Şehristânî, Râzî, Seyfuddîn el-Âmidî ve Kâdı Beydavî gibi isimlerce temsil edilen “felsefileşmiş kelam” anlayışı ortaya çıkmıştır. Bu yeni dönemde, dinî nasların yorumu felsefi metodolojinin ışığı altında şekillenmiştir.
İbni Rüşd’ün Felsefesi
İbni Rüşd, din ile felsefenin birbirine zıt olmadığını, aksine hakikatin iki farklı yolu olarak birbirini tamamladığını ileri sürer. Ona göre vahiy, akıl yoluyla ulaşılan metafizik hakikatlerle örtüşür. Bu nedenle, hakikat tektir ve her iki disiplin de bu hakikate erişme çabasını temsil eder.
İbni Rüşd’e atfedilen “Çifte Hakikat” anlayışı, gerçekte onun görüşlerini yansıtmaz. Örneğin, Batı’daki bu yanlış yorum, felsefe ve dinin birbirinden bağımsız iki ayrı hakikat sunduğu iddiasını doğurmuş, ancak İbni Rüşd’ün eserlerinde böyle bir ayrımın olmadığı açıktır. Onun yaklaşımı, tek bir hakikatin farklı yollarla ifade edilebileceği yönümdedir. Aksine, din ve felsefenin kitlelere ve bireylere farklı yollarla hitap ettiği düşüncesi, Batı’daki yanlış yorumlardan kaynaklanmıştır.
Din ve Felsefenin Ortak Alanı
İbni Rüşd, hem dinin hem de felsefenin amacını varlıklar üzerinde derinlemesine tefekkür etmek olarak tanımlar. Ona göre:
- Felsefe, akıl yürüterek varlıkların hakikatine ulaşma çabasıdır.
- Din, insanı bu tefekküre teşvik eden bir rehberdir.
Haşr Suresi 2. ayetindeki “i’tibar” kavramı, İbni Rüşd’ün düşünce sisteminde merkezi bir yere sahiptir. Bu kavram, bilinenden bilinmeyene ulaşmayı ifade eder ve akıl yürütme eyleminin temel taşlarından birini oluşturur. Ona göre varlıklar üzerinde akıl yürütmek, dinî bir zorunluluk olarak kabul edilmelidir.
Mantık ve Burhanın Önemi
Mantık bilimi, İbni Rüşd’ün epistemolojik sisteminde kritik bir yere sahiptir. Mantıkın temelinde yatan “burhanî kıyas,” hakikate ulaşmanın en kesin yoludur. Bu yüzden İbni Rüşd, mantık bilmeyen bir kimsenin düşünce sisteminde ariflik mertebesine ulaşamayacağını ileri sürer. Gazâlî’nin “mantık bilmeyenin ilmine itibar edilmez” sözü, mantığın İslamî bilimler arasında yer almasını sağlamlaştırmıştır. Ancak İbni Rüşd, mantığın bid’at olarak görülmesine karşı çıkmış ve aklı, vahiy ile uyumlu bir epistemolojik araç olarak konumlandırmıştır. İbni Rüşd, din ve felsefe arasındaki ilişkide akıl ve vahiy arasında bir denge gözetmiş; bu dengeyi özellikle dinî metinlerin akıl yürütme ve burhanî kıyas yöntemiyle yorumlanması gerektiğini savunarak somutlaştırmıştır. Örneğin, onun düşünce sisteminde, Kur’an-ı Kerim’deki ‘i’tibar’ kavramı aklî çıkarımların gerekliliğini açıkça vurgular. Onun fikirleri, Batı’da ilerlemeyi temsil ederken Doğu’da muhafazakârlık eksenli eleştirilere maruz kalmıştır. Bu eleştiriler, İbni Rüşd’ün mirasının daha derinlemesine anlaşılması gerektiğini göstermektedir.
Teknoloji ve Din
Hem fıkhî hem de aklî kıyası meşru gören İbn Rüşd, bilimin milliyeti olmadığını, farklı kültürlerin katkılarıyla şekillendiğini ve bilimin tüm insanlığın ortak bir mirası olduğunu vurgular. Ona göre, bilimsel bilgi evrensel bir değere sahiptir çünkü bu bilgi, toplumlar ve inanç sistemlerinden bağımsız olarak insana fayda sağlama potansiyeli taşır. Önceki medeniyetlerin birikimlerinden yararlanmanın önemini, verdiği “bıçak” örneğiyle açıklığa kavuşturur. İbn Rüşd, bu örnekle bir aletin veya yöntemin icat eden kişinin inancından bağımsız olarak işlevine odaklanılması gerektiğini belirtir. Tıpkı bir bıçağın, doğru ve usulüne uygun bir şekilde kullanıldığında işlevini yerine getirmesi gibi, bilimin veya felsefenin de kaynağından çok kullanım şeklinin ve insanlığa sağladığı faydanın önemli olduğunu savunur. Şöyle der: “Nasıl ki bir hayvanın boğazlanmasında kullanılan bıçağın Müslüman veya gayrimüslim bir kişi tarafından icat edilmesi sonucu değiştirmezse – çünkü burada asıl mesele hayvan kesiminin sıhhatine ve yöntemine uygun davranmaktır – aynı şekilde mantık, felsefe veya tabiat bilimlerinin gayrimüslimlerce geliştirilmiş olması da bir sakınca oluşturmaz. Gaye olmayan, araç niteliğindeki ilimler – mantık gibi – başkalarından alınabilir.”
Bu örnekle İbn Rüşd, medeniyetler arası bilgi alışverişinin eklektik bir anlayışla yürütülmesi gerektiğini vurgular. Nitekim “Faslü’l-Makâl” adlı eserini de bu düşünce doğrultusunda kaleme almıştır. Bu eserin tam adı, İslam ile felsefe arasındaki ilişkiyi incelemek üzere yazıldığını açıkça ortaya koyar. İbn Rüşd, vahiy merkezli dinin idealleriyle, insan merkezli felsefenin ideallerini birbirine karıştırmaktan kaçınır ve her kavramı kendi bağlamında değerlendirme taraftarıdır. Örneğin, dini meseleleri değerlendirirken vahiy ve ilahi buyrukları temel almak gerektiğini, buna karşın felsefi meselelerde akıl ve mantığın rehberliği esas alınması gerektiğini savunur. Bu yaklaşımla, her iki alanın da kendi işlevini yerine getirmesi mümkün hale gelir.
Felsefenin Gerekliliği ve Yararları
İbn Rüşd, metafizik konularda bilgi sahibi olmak için felsefeden yararlanacak kişilerin iki temel niteliğe sahip olması gerektiğini belirtir: doğuştan zeki olmak ve adalet, dürüstlük ve ahlaki faziletlerle donanmış olmak. Bu niteliklere sahip kişilerin felsefe yapmalarını engellemek, İslam’ın Allah’ı bilmek ve tanımak için açtığı kapıyı kapatmak anlamına gelir ki, bu kimsenin hakkı değildir.
Buna karşılık, gerekli yeterliliği olmadan felsefi meseleleri anlamaya çalışan ve neticede yanlışa düşen kişilerin bu durumdan felsefeyi sorumlu tutmaları, İbn Rüşd’e göre adaletsizliktir. Ona göre, bu tür sapmaların ve zihinsel karışıklıkların sebebi felsefenin doğası değil, aklî ve ahlaki olgunluk eksikliği ile rehberlikten yoksun olmaktır. Çünkü felsefe, zarar beklenen değil, yarar sağlayan bir ilimdir. Bu nedenle, ortaya çıkan olumsuzlukları genelleştirerek felsefeye yüklemek doğru değildir. Örneğin, bir kişinin felsefi tartışmalar sırasında ahlaki veya zihinsel olarak yetersiz olması sebebiyle yanlış sonuçlara varması, felsefenin kendisinden kaynaklanan bir sorun olarak değerlendirilemez. Bunun yerine, bu tür durumlarda bireyin eksikliklerine ve rehberlik eksikliğine odaklanmak daha yerinde olur.
İbn Rüşd, felsefe ile dinin birbiriyle uyumlu olduğunu savunur. Felsefenin menşeinin Yunan’a dayanması, din açısından bir sakınca teşkil etmez. Bu nedenle, felsefeye yönelik genellemeci bir karşıtlık sergilemenin anlamsız olduğunu ifade eder.
İnsan Tabiatının Farklılıkları
İnsanların akıl yürütme ve kavrayış bakımından farklılık göstermesi de İbn Rüşd’ün dikkat çektiği bir husustur. Bu bakış açısı, Kur’an ile de uyumludur: “Herkes kendi mizacına göre hareket eder.” İnsanlar arasındaki bu farklılıklar, bireylerin fiziksel ve ruhsal özelliklerine yansıdığı gibi, bilimsel faaliyetlerine ve din anlayışlarına da yansır. Dolayısıyla her bireyin bilgi ve inanç dünyasının, kişisel nitelikleri çerçevesinde şekillenmesi doğaldır. Bu bireysel farklılıklar, toplumların dinî algılarını ve bilimsel yaklaşımlarını da etkiler. Örneğin, bir toplumda bireylerin kişisel nitelikleri, onların toplumsal rollerini ve dini pratiklerini şekillendirirken; başka bir toplumda aynı farklılıklar, bilimsel yeniliklere olan katkılarını belirleyebilir. Böylece bireysel özellikler, hem toplumsal yapıların hem de dini ve bilimsel süreçlerin oluşumunda önemli bir rol oynar.
İbn Rüşd ve Ferdi Farklılıkların Önemi
İbn Rüşd’ün insanlarla herhangi bir mesele üzerine konuşulurken bireysel farklılıkların dikkate alınması gerektiğini vurgulaması, onun düşünce sisteminin ana unsurlarından biridir. İbn Rüşd, felsefi bilginin doğrudan halka sunulmasının sakıncalı olabileceğini savunur ve bu bilgiyi belirli bir entelektüel seviyeye sahip bireylerle sınırlı tutmayı gerekli görür. Bu yaklaşımını, Hz. Peygamber’den gelen “Halka, anlayacakları bir dille konuşunuz” hadisiyle temellendirir.
İbn Rüşd, bu ilkeye dayanarak halka hitap ederken retorik (hatabî) yöntemini; daha yüksek entelektüel seviyeye sahip bireylerle iletişimde ise akılcı ve burhan temelli bir yaklaşımı benimsemiştir. Ayrıca, din ve felsefe konularını açıklarken Nahl suresinin 125. ayetinden esinlenerek üç temel yöntemi öne çıkarır: felsefecilere özgü burhan, kelamcılara özgü cedel ve selef ekolünün benimsediği hatabî/retorik yöntem. Bu yöntemler, farklı seviyelerdeki bireylere uygun bir anlayış geliştirme imkânı sağlar.
Üç Temel Yöntem
Bu yöntemler, İbn Rüşd’ün din felsefesindeki üçlü tasnifini oluşturur:
- Burhan (Felsefi Delil Yöntemi): Felsefecilere özgü ve hikmetin karşılığı olan bu yöntem, mantık ve kesin deliller üzerine kuruludur. Hakikate ulaşmak için akıl yürütmeye dayanır ve yalnızca entelektüel olarak bu seviyeye erişmiş bireyler tarafından tam anlamıyla kavranabilir.
- Cedel (Diyalektik Yöntem): Kelamcıların kullandığı ve en güzel tartışmanın karşılığı olarak görülen bu yöntem, karşılıklı fikir alışverişi ve eleştirel diyalogla hakikati bulmayı amaçlar. Bu yöntem, özellikle orta düzeyde entelektüel kapasiteye sahip bireyler için uygundur.
- Hatabî (Retorik ve İkna Yöntemi): Güzel nasihat ve öğüt verme anlamına gelen bu yöntem, selef ekolünün de benimsediği te’vîli kabul etmeyen bir yaklaşıma dayalıdır. Halk için erişilebilir ve anlaşılabilir bir tarzda hakikati açıklama amacı taşır.
Hakikatin Uyumlu Yapısı
İbn Rüşd’e göre insanlık, yaratılış, akıl, yetenek ve bilgi gibi özellikleri sayesinde bu üç yöntemden birini kullanarak Allah’ı bilmeye ulaşabilir. Ona göre burhan temelli bir düşünce tarzı, dinin ortaya koyduğu hakikatlerle çelişmez. Hakikatler birbirine aykırı değil, aksine uyumlu ve birbirini destekleyicidir; örneğin, bilimsel bir hakikat, dini bir hakikatle çelişmek yerine, onun doğruluğuna işaret edebilir ve bu şekilde ikisi birlikte insanın hakikate ulaşma çabasını güçlendirebilir.
Hak olan bir şey, başka bir hakikate tanıklık eder ve onunla doğrulanır; örneğin, matematiksel bir gerçek, fiziksel bir doğa yasasını açıklamada bir temel oluşturabilir, bu da her iki hakikatin birbirine uyumlu olduğunu gösterir.
Din ve Felsefe: İki Ayrı Aksiyomatik Yapı
(Aksiyomatik terimi, bir disiplinin önceden kabul edilmiş temel ilke ve kurallara dayalı olduğunu ifade eder.)
İbn Rüşd, din ve felsefeyi, iki ayrı aksiyomatik – iki ayrı çıkarımsal – yapı olarak değerlendirmiştir. Onun görüşüne göre, her iki disiplinin de kendi sınırları içerisinde doğruya ulaşması mümkün olabilir. Bunu şu ifadeleriyle dile getirmiştir: “Hikmet, şeriatın dostu ve aynı memeden süt emmiş kardeşidir.” İbn Rüşd, felsefe ve dinin birbirine zıt değil, birbirini tamamlayan yapılar olduğunu vurgulamış ve doğruyu, her iki alanın kendi mantık kuralları çerçevesinde aramak gerektiğini öne sürmüştür.
Felsefe ve Dinin Temel İlkeleri
Burada bahsedilen doğru, temel ilke ve önermelerin doğruluğu değil, akıl yürütme ve mantık yönteminin doğruluğudur. Buradaki ‘doğru’, akıl yürütmenin tutarlılığı ve geçerliliği anlamına gelir, yani argümanların dayandığı mantıksal ilkelerin uygun şekilde kullanılmasıdır. Hem felsefe hem de din, daha önceden belirlenmiş temel prensipler üzerine kurulu disiplinlerdir. Bu temel ilkeler, herhangi bir kanıt veya burhan olmaksızın kabul edilmelidir. Dolayısıyla:
- Filozof, dinî problemleri tartışmak istiyorsa, dinin temel ilkelerini kabul etmelidir.
- Din bilgini ise felsefi sorunları tartışmak için, felsefenin temel prensiplerini benimsemelidir.
Her iki alanın da kendine özgü ilkeleri vardır. Örneğin, felsefede “nedensellik” ve “mantıksal tutarlılık” temel ilkeler arasında yer alırken, dinde “vahiy” ve “iman” gibi unsurlar esas alınır. Bu ilkeler birbiriyle karıştırıldığında sorunların daha da karmaşık bir hâl alacağını savunan İbn Rüşd, din ile felsefenin temel ilkelerinin ayrı tutulması gerektiğini öne sürmüştür.
Din ve Felsefe Uyumu
İbn Rüşd’ün en temel iddiası, din ile felsefe arasında aslında hiçbir çelişkinin olmadığı yönündedir. O, Gazâlî’nin din ile felsefenin uzlaşamayacağı düşüncesinin İslam dünyasında bir meşruiyet krizi yarattığını görmüş ve “çifte hakikat” öğretisiyle bu sorunu çözmeyi amaçlamıştır. İbn Rüşd, din ve felsefenin aslında aynı hakikatin iki farklı yüzü olduğunu ve birbirini tamamladığını vurgulamıştır.
Din ve felsefeyi aynı kaynaktan beslenen iki alan olarak gören İbn Rüşd, bunları süt kardeşe benzetmiştir. Bu benzetme, iki alanın da aynı ilahi hikmetten doğduğunu, ancak farklı yollarla hakikate ulaşmaya çalıştığını ifade eder. Süt kardeşlik, aynı kaynaktan beslenmeyi, ancak bağımsız bireyler olarak var olmayı simgeler.
- Din, vahyin ürünü olarak ilahi bilginin doğrudan tezahürüdür.
- Felsefe ise insan aklının, ilahi bilginin ve hikmetin ontik düzendeki tecellisini kavrayışının bir sonucudur.
Bu iki alan, aynı hakikate hizmet eder ve birbirine ters düşmez; aksine birbirini destekler. Ancak, bazı insanlar, ilk bakışta felsefi sonuçlar ile dinî naslar arasında bir uyumsuzluk var gibi algılayabilir. İbn Rüşd’e göre bu durumda yapılması gereken, din ile felsefeyi uzlaştırmaktır. Bunun yolu da dinî nasların tevili (yorumlanması)dir.
Sudûr Nazariyesi
İbn Rüşd, sudûr nazariyesinin Aristo’ya ait olmadığını, bu nazariyenin aslında Plotinus’a ait olduğunu savunmuştur. O, Gazâlî gibi, sudûr nazariyesini reddetmiş ve Kur’an’ın bu nazariyeyi desteklemediğini öne sürmüştür. Ona göre kâinatı tek bir güç idare etmektedir.
Felsefe ve Dinî Meşruiyet
İbn Rüşd, selefleri Kindî, Farâbî ve İbn Sînâ gibi, felsefenin dinî açıdan meşru olduğunu savunmuş ve hikmetin dine düşman değil, dost olduğunu vurgulamıştır. Felsefe öğrenmenin önemi üzerinde duran İbn Rüşd, eskilerin ortak kültür mirasının incelenmesi gerektiğine dikkat çekmiş ve böylece İslam dünyasında felsefeye yeniden itibar kazandırmıştır.
İbn Rüşd, dini anlamada tek yöntem dayatmalarına karşı çıkmış ve çoklu yöntemleri önermiştir. Ona göre, dini metinlerin kavranması ve yorumlanmasında üç yöntem kullanılmalıdır:
- Burhanî yöntem: Filozofların tercih ettiği mantıksal ve akıl yürütmeye dayalı yöntemdir.
- Diyalektik yöntem: Kelamcıların kullandığı tartışma ve ikna odaklı yöntemdir.
- Retorik yöntem: Selefiyye’nin benimsediği, hitabet ve etkileyiciliğe dayalı yöntemdir.
İbn Rüşd’ün İslam düşüncesine en büyük katkısı, din ile felsefe arasındaki ilişkileri yeniden tanımlaması olmuştur. Bu sayede felsefe, İslam düşüncesinde yeniden meşruiyet kazanırken, dinin akıl ve mantıkla uyumlu bir çerçevede anlaşılabileceği fikri kuvvetlenmiştir. Örneğin, İbn Rüşd’e göre, evrendeki sebep-sonuç ilişkileri hem ilahi hikmeti hem de aklın işleyişini yansıtır. Bu da vahiy yoluyla ulaşılan hakikat ile akıl yürütme yoluyla elde edilen bilgilerin birbiriyle uyumlu olduğunu gösterir. Bu durum, Mehmet Akif’in şu dizeleriyle de özetlenebilir:
Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürüdü,Hadi göster bakayım şimdi de İbnü’r-Rüşdü?
Allah’ın Varlığının Delilleri
İbni Rüşd, din ve felsefenin uzlaştırılması konusunda önerdiği yöntemi, din felsefesinin temel problemleri üzerinde ustalıkla uygulayarak bu iki alanın uyumunu somut bir şekilde ortaya koyar. Allah’ın varlığı, birliği, sıfatları ve fiilleri üzerine gerek burhana dayalı felsefi yaklaşımların gerekse dini bakış açısının insanı ortak bir hakikate ulaştırabileceğini göstermeyi hedefler. Bununla birlikte, metafizikten epistemolojiye kadar birçok felsefe disiplinini aynı bütünsellik içinde ele alır. Allah’ın varlığını ise din ve felsefenin ortak bir paydası olarak inayet (evrenin insan yaşamına uygun şekilde düzenlenmiş olması) ve ihtira delilleri (evrenin yaratılmış olmasının bir yaratıcının varlığını gerektirmesi) ile kanıtlamayı savunur. Sürekli yaratma teorisi üzerinden Tanrı-alêm ilişkisini ve alemin ezeliliği ya da sonradanlığı meselesini hem Aristo hem de İslam filozoflarından farklı bir çerçevede açıklar. (Hüseyin Sarıoğlu, İbni Rüşd, İsam Yay., İstanbul, 2011, s. 26)
Allah’ın Varlığını Kanıtlama Yöntemleri
İbni Rüşd’e göre, İslam dünyasında Allah’ın varlığını kanıtlama konusunda üç ana yöntemden bahsedilebilir:
- Haşeviyye’nin Yaklaşımı:
- Haşeviyye, Allah’ın varlığının ancak nakil (vahiy) yoluyla bilinebileceğini, bu konuda akıl yürütmenin herhangi bir rolü olmadığını savunur.
- İbni Rüşd, bu yaklaşımı hem dini beyanlara hem de akıl yürütme ihtiyacına aykırı görür.
- Sûfilerin Yaklaşımı:
- Sûfiler, insanın nefsi arzularını öldürerek ve ilham yoluyla hakikate ulaşabileceğini iddia eder. Bu yaklaşım, manevi deneyimi merkeze alır.
- İbni Rüşd, bu görüşün de Kur’an’ın daha geniş çapta düşünme ve akıl yürütme çağrısıyla tam olarak uyumlu olmadığını savunur.
- Eşarî ve Mu’tezilî Yöntemler:
Eşarî gelenek, aklın ikincil bir rol oynadığını varsayarak naklî delilleri öne çıkarır ve hudûs deliline dayanır. Mu’tezilî gelenek ise akıl ve nakil dengesini aramaya çalışr.
İbni Rüşd, bu delillerin karmaşıklık ve kesinlikten yoksun olduğunu, dolayısıyla herkes tarafından kolayca anlaşılabilir olmadığını ifade eder.
İbni Rüşd, bu yöntemleri eksik bulmakla birlikte tamamen reddetmez. Ona göre, bu yöntemlerin bazı unsurları doğru ve değerlidir; ancak daha geniş bir akıl yürütme çerçevesiyle ele alınmalıdır. Ona göre, ilk hareket ettirici olan Tanrı, hem evrenin aktüel sebebi hem de tüm varlıkların varlık kaynağı olan cisimsel olmayan bir tözdür.
İbni Rüşd’ün Delilleri
- İnayet Delili:
- Evrenin insanın yaşama şartlarına uygun şekilde düzenlenmiş olmasına ve bu düzenin bilinçli bir tasarımı işaret ettiğine dayanır.
- Kainatta gözlemlenen bu uygunluk, tesadüfen açıklanamayacak kadar karmaşık ve işlevseldir.
- Kur’an, insanı organik ve inorganik varlıkları düşünmeye teşvik eden ayetlerle bu delili destekler. (el-Minhacul Edille, s. 135, 148, 193)
- İhtira Delili:
- Evrenin yaratılmış olması, zorunlu olarak bir yaratıcının varlığını gerektirir.
- Kur’an, bu yaratıcının benzersizliğini vurgulayarak sahte ilahlara meydan okur.
- Hareket Delili:
- Bu delil, hareketin nihai kaynağının ilk hareket ettirici olarak Tanrı olması gerektiğini savunur.
- Hareketin sürekliliği, bir başlangıç noktasını gerekli kılar.
- Sebeplilik Delili:
- Sonsuza kadar giden bir sebep-sonuç zinciri mantıksal olarak mümkün değildir.
- Fail, şekil, madde ve gaye sebeplerden fail sebep, en temel ve nihai kaynaktır.
- Mümkün ve Zorunlu Varlık Delili:
- Bu delil, mümkün varlıkların nihai sebebinin zorunlu bir varlık olması gerektiğini savunur.
- Ancak İbni Rüşd, bu delilin İbni Sina’nın iddia ettiği kadar ikna edici olmadığını belirtir.
Doğadaki Deliller
İbni Rüşd, yeryüzündeki bitkiler, hayvanlar ve doğanın düzeninin hikmetle dolu olduğunu savunur. Gök cisimlerinin ve evrendeki düzenli hareketlerin, evrenin devamı için şart olan bu sistemin kendiliğinden oluşamayacak kadar karmaşık ve işlevsel olduğunu ifade eder. Dolayısıyla bu düzene anlam veren bir yaratıcı vardır ve bu yaratıcı Yüce Allah’tır.
KAYNAKÇA
Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfü’l-Hafâ, Mısır, 1951.
Altıntaş, Ramazan, İslam Düşüncesinde İşlevsel Akıl, İstanbul, 2003.
Aydın, Mehmet, Din Felsefesi, İzmir, 1987.
Câbirî, Muhammed Âbid, Felsefi Mirasımız ve Biz, (çev. Said Aykut), İstanbul, 2000.
Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed, Kavâıdü’l-Akâid, (tahk. M. Muhammed Ali), Beyrut, 1985.
Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed, el-Mustesfa fî Usûli’l-Fıkh, Kahire, 1392.
İbn Rüşd, Ebu’l-Velîd Muhammed b. Ahmed b. Muhammed, Faslü’l-Makâl, (Felsefe-Din İlişkileri içinde), hzl. Süleyman Uludağ, İstanbul, 1985.
İbn Teymiyye, Takıyyüdîn, Der’u Teâruzi’l-Akl ve’n-Nakl, tahk. Abdüllatif Abdurrahman, Beyrut, 1997.
Rosenthal, Erwın I. J., Ortaçağ’da İslam Siyaset Düşüncesi, (çev. Ali Çaksu), İstanbul, 1996.
Suyûţî, Celâlüddîn, Savnü’l-Mantuki’l-Kelâm an Fenni’l-Mantıkı ve’l-Kelâm, Kahire, 1947.
Not: Bu yazı makale, köşe yazısı vs. gibi akademik bir yazı değildir. Sadece ders notu olarak kullanılmaktadır.
Son Güncelleme: Pazartesi, 11 Aralık 2023 23:40
Son Güncelleme: Pazartesi, 11 Aralık 2023 23:40
Bir yanıt yazın