Gazâlî’nin Şüphecilik Dönemi ve Bilgi Arayışı

Gazâlî’nin Şüphecilik Dönemi ve Bilgi Arayışı

Gazâlî’nin şüphecilik devresi, İslam dünyasında felsefenin gelişimiyle ilgili incelemeler ışığında daha iyi anlaşılabilir. Onun otobiyografik eseri olan Dalâletten Kurtarıcı (el-Münkız Mine’d-Dalâl)’da dile getirdiği düşünceleri inceleyerek başlamak faydalı olacaktır. Eserde, Gazâlî, bir “din kardeşine” hakikati araştırma sürecinde neler keşfettiğini anlatacağını belirterek başlar. Gençliğinden itibaren karşılaştığı mezhep ve dini hareketlerle ilgili gerçek bir anlayışa sahip olmaya çalıştığını, insanların çevresel etkiler nedeniyle Yahudi, Hristiyan ya da Müslüman olma durumuyla şaşırtıldığını ifade eder. Ayrıca, anne-baba ve öğretmenlerden alınan inançların doğruluğunu sorguladığını ve çevresel etkilerden bağımsız bir doğal din olup olmadığını merak ettiğini dile getirir.

Gazâlî, “Eşyanın gerçek tabiatını anlamak istiyorum. O halde önce bilginin ne olduğunu bilmeliyim.” diye düşünür. Kesin bilginin, her türlü şüpheden ve hata ihtimalinden uzak olması gerektiğini, hatta hata ihtimalinin bile ortadan kalkması gerektiğini görür. Ona göre, mucizeler gösteren bir kimse, bu tür bilgilere dair olan kanaati sarsamamalıdır. Örneğin, bir kimse “üç, ondan büyüktür ve bunu kanıtlamak için bu çubuğu bir yılana dönüştüreceğim” dese ve bunu huzurunda gerçekleştirse bile, bu bilgiden şüphe etmeyeceğini, sadece bu değişikliği nasıl başardığını merak edeceğini belirtir. Gazâlî, yalnızca bu tür sarsılmaz bir kanaate sahip olduğu bilgilerin kesin bilgi olduğunu anlar.

Bilgilerini incelemeye başladığında, duyusal veriler ve zorunlu hakikatler dışında hiçbir bilginin kesin olmadığını fark eder. Ancak, duyusal algılar ve zorunlu hakikatlere olan güveninin, belki de anne-baba ve öğretmenlerden alınan önermelere olan güveninden daha güçlü olmadığını düşünmeye başlar. Bu nedenle, duyusal algılar ve zorunlu hakikatlerden şüphe etmeye başlar. Duyusal algılardan söz ederken, görme duyusunun ona güneş saati milinin gölgesinin hareketsiz olduğunu gösterdiğini, ancak daha sonraki gözlem ve düşüncenin onun aslında hareket ettiğini gösterdiğini anlatır. Benzer şekilde, duyular ona güneşin bir demir para büyüklüğünde olduğunu söyler, ancak astronomi bilgisi güneşin dünyadan daha büyük olduğunu gösterir. Bu nedenle, duyular bir takım hükümler verir, ancak akıl onların yanlış olduğunu ortaya koyar.

Gazâlî, “Duyulara olan güvenim boşa çıktıysa, belki de güvenmem gereken şey; ‘on, üçten büyüktür’, ‘bir şey aynı anda hem var hem yok olamaz’ gibi akli önermelerdir” diye düşünür. Ancak, duyusal algılar ona şunu sorar: “Akli önermelere olan güveninin de duyulara olan güvenin gibi boşa çıkacağını düşünmez misin? Daha önce bana güveniyordun, fakat akıl geldi ve benim yanlış olduğumu gösterdi. Belki akli kavrayışın ötesinde başka bir yargıç vardır ve o ortaya çıktığında, aklın da yanlış olduğunu gösterecektir. Bu rasyonel-üstü kavrayışın henüz ortaya çıkmamış olması, onun imkânsız olduğunu göstermez.”

Bu düşüncelerle Gazâlî, bilginin doğasını ve kesinliğini sorgulamaya devam eder.

Duyu algısı, bu düşüncelerle zorlukları artırarak rüyalara atıfta bulunur ve şöyle der: “Rüyalarda eşyayı kavrarsınız ve rüya halindeyken onların gerçek olduğuna inanırsınız. Ancak uyandığınızda, rüyada kavradığınız şeylerin gerçeklikte hiçbir temeli olmadığını anlarsınız. Peki, uyanıkken duyularınız ya da aklınız aracılığıyla inandığınız şeylerin gerçekliğinden nasıl emin olabilirsiniz? Bu hâlinize göre, o şeyler doğrudur; ancak bu uyanık hâlinize nispeten, rüya hâline nispetle başka bir durum ortaya çıkabilir. Kısacası, şu anki hâliniz o duruma göre bir rüya gibi olacaktır. Eğer bu durum gerçekleşirse, bütün akılcı düşüncelerinizin temelsiz hayaller olduğundan emin olacaksınız. Belki de bu, sûfîlerin içinde aklî prensiplere aykırı şeyler gördüklerini iddia ettikleri ‘hâl’dir. Belki bu hâl ölümdür ve belki de bu hayat, gelecek hayata göre bir rüyadır; öyle ki, bir kimse öldüğünde, dünyada gördüklerinin zıttı olan şeyler ona açığa çıkacaktır.”

Bu düşünceler aklıma geldiğinde, onlara bir çözüm bulmaya çalışırım; ancak bu kolay olmaz. Bu düşünceler reddedilemez, çünkü bir delil ilk prensiplere dayanmak zorundadır. Oysa burada tartışılan konu, ilk prensiplerin doğruluğu meselesidir. Bu şüphecilik süreci zorlayıcı bir durum haline gelir ve neredeyse iki ay boyunca devam eder. Bu süreçte dışarıya belli etmiyor olsam da aslında derin bir şüphe içinde bulunuyorum. Sonra Allah beni bu şüphecilik hastalığından kurtarır. Aklın zorunlu hakikatlerini tüm kesinliğiyle tekrar kabul eder ve onlara yeniden güvenmeye başlarım. Ancak bu, herhangi bir delille değil, Allah tarafından kalbime gönderilen bir ışık vasıtasıyla gerçekleşir. Bu ışık, birçok bilginin anahtarıdır. Çok derin hakikatlerin anlaşılmasının düzenlenmiş delillere bağlı olduğunu düşünmek, Allah’ın geniş merhametini haksız yere daraltmaktır. Hz. Muhammed’in dediği gibi: “Allah varlıkları karanlıkta yaratmış ve sonra kendi nurundan birazını onların üzerine saçmıştır.” İşte derin anlayış bu nurun ışığında aranmalıdır. Bu nur, belirli zamanlarda ilahi keremden akmaya başlar; insan onu dört gözle beklemelidir.Bu hikayenin amacı, insanın ilk prensiplerde durakladığında hakikati arayışında en ileri noktaya ulaştığını göstermektir. İlk prensipler aranmaz, çünkü onlar zaten mevcuttur ve mevcut olanı aramak, onun kaybolmasına ve gizlenmesine yol açar. Bir kişi sadece uygun şekilde aranabilecek olanı ararsa, gerçeği bulma çabasında başarısızlıktan dolayı suçlanmaz.

Bu şüphecilik açıklaması dikkate alındığında, söylenecek ilk şey, Dalâletten Kurtarıcı adlı eserin otobiyografik olmasına rağmen tam anlamıyla bir otobiyografi olmadığıdır. Özellikle, olayların tam kronolojik bir kaydı olarak kabul edilmemelidir. Gazâlî, eserde, gerçeği arayanları kelamcılar, Bâtınîler, filozoflar ve sûfîler olmak üzere dört gruba ayırdığını ve her bir grubun görüşlerini titizlikle incelemeye başladığını söyler. Bu anlatım, Gazâlî’nin ulaştığı sonuçları şematik bir şekilde ifade etmek için uygun bir taslaktır. Şüphecilik döneminin, Gazâlî’nin kelam çalışmalarının ilk safhasında gerçekleşmiş olması pek olası görünmemektedir. Gazâlî’nin tanımladığı şüphecilik nöbetinin, biraz felsefe incelemesiyle mutlaka tetiklenmiş olması muhtemeldir. Ayrıca, Gazâlî’nin nispeten erken bir dönemde tasavvufla temas kurmuş olduğu da açıktır. Bu nedenle, Dalâletten Kurtarıcı adlı eser kronolojik değil, şematik bir plan olarak kabul edilmelidir. Bununla birlikte, Gazâlî’nin ifade ettiği gibi, onun gerçek bir tecrübe yaşadığına şüphe etmek için bir neden yoktur.

Şüphenin Gazâlî’nin hayatında erken bir dönemde geldiğini söyleyemeyiz. Ancak, bu durum, Gazâlî’nin 1091’de Bağdat’a gitmeye hazırlandığı zaman dilimine denk gelmiş olabilir. Zira Gazâlî’nin yoğun felsefi çalışmalarına bu dönemde başladığını biliyoruz. Bu tecrübe, Gazâlî’yi tüm bilgilerini yeniden değerlendirmeye sevk etmiş olabilir.

Gazâlî’nin şüpheciliği, felsefi bir geçmişe dayanır ve onun, şüpheyi bilgi ve kesinliğin doğası üzerine düşüncelerle birleştirdiği anlaşılır. Delillerinden bazıları, Miskeveyh (ölümü 1030) tarafından başka bir amaçla da olsa kullanılanlara benzerlik gösterir. Miskeveyh, duyuların akıl tarafından yargılanmasından bahseder ve örnekler arasında güneşin dünyadan yüz altmış kat daha büyük olduğu akli delillerle bilinen örneği verir. Gazâlî’nin bu özel bölümü okumuş olduğunu söylemek gerekli değildir, ancak okumuş olması da mümkündür. Bu durum, Gazâlî’nin vurguladığı noktaların, onun döneminden kısa bir süre önce İslam dünyasında filozoflar arasında tartışılmakta olduğunu gösterir. Ayrıca, bilgi eleştirisi, felsefenin önemli bir yönüdür. Arapça yazan filozoflar arasında yaygın olan Platon felsefesi geleneği de, aklın ötesinde veya en azından sıradan dünyevi aklın ötesinde bir âlemin varlığı fikrine sahiptir.

Gazâlî’nin eleştirdiği akıl, özellikle kelâmda kullanılan akıldır. Bu, Gazâlî’nin, üç’ün ondan büyük olduğunu bir mucize göstererek ispat etmeye çalışan bir adamla ilgili verdiği örnekten anlaşılmaktadır. Bu, İslam kelâmı tarafından kullanılan delilin ta kendisidir. Kelâmcılara göre, bir peygamber Allah’tan bir mesajla halkına gelir ve onlara “Bu Allah’tan bir haberdir, bunun delili de şu mucizenin gerçekleşeceğidir” der. Temel düşünce, mucizenin tabiatın düzeninde bir bozulma gerektirdiği için yalnızca tabiatüstü bir güç tarafından meydana getirilebileceğidir. Allah, gerçek bir peygamberin iddialarını doğrulamak için normal düzende değişiklikler yapar; ancak bir kimse yalan yere Allah’tan bir mesaj getirdiğini iddia ederse, bu iddianın doğruluğu mucize ile ispatlanmaz.

Bu bağlamda, Gazâlî’nin şüpheciliği, İslam kelâmının temelindeki rasyonel delillerin aslında tamamen rasyonel olmadığını, aksine pek çok tahmine dayandığını fark etmesiyle gelişir. Gazâlî bu zamana kadar, felsefede değil, kelâmda aklın öncelikli olarak kullanıldığını düşünmüş olmalıdır. Filozofların doktrinlerini eleştirmeden objektif bir şekilde ifade ettiği Filozofların Amaçları (Makâsıd el-Felâsife) adlı eserinde, “uzay geometrisi ve akla aykırı olan aritmetik sonuçlarında hiçbir sorun bulunmadığına” işaret eden bir cümle yer alır. Felsefeye yatkın olanlar için bu tür ifadeler, aklın kullanımının en açık örnekleridir. Gazâlî’nin vurgulamak istediği, matematiksel önermelerin rasyonel kelâma zıt olmadığıdır.

Kelâmda akıl kullanımına dair bu şüphe, aynı zamanda felsefede kullanılan aklı da kapsar mıydı? İki aylık kriz döneminde, bu şüpheciliğin felsefî akla kadar ulaşıp ulaşmadığından emin olamayız; ancak Gazâlî’nin şüphelerinin aklın her türlü kullanımını kapsaması ihtimal dahilindedir. Metnin sonunda yer alan, yalnızca uygun şekilde aranabileni arama hakkındaki sözler, kıyasın ve kıyasın öncüllerinin doğruluğunun kıyas yoluyla belirlenemeyeceği gerçeğine aşinalığı ifade eder. Dalâletten Kurtarıcı adlı eserinde felsefeyle ilgili bölümlerden öğrendiğimiz kadarıyla, Gazâlî, felsefenin metafiziksel ve kelâmî yönlerinin, mantıkçılar tarafından konulan katı ispat kurallarını tatmin edemediğini zamanında fark eder.

Bu nedenle, tarih ne olursa olsun, Gazâlî’nin şüpheciliği hem kelâma hem de felsefeye karşı bir eleştiriye dönüşür.Aynı sonuca başka bir yaklaşımla da ulaşılabilir. Gazâlî’nin felsefeye yönelip kelâmdan vazgeçtiği bir zamanın olup olmadığı sorulabilir. Bu soruyu cevaplama süreci, Gazâlî’nin şüpheciliğinin daha derin sonuçlarını dikkate almamızı gerektirir.

O dönemde felsefenin cazibesi, günümüzün pozitif bilimlerinin çekiciliğiyle karşılaştırılabilir. Ancak arada önemli bir fark bulunur: Bugünkü pozitif bilimler, Avrupa’nın birçok felsefi geleneğiyle olan bağlarını koparmak zorunda kalmışken, İslam dünyasında pozitif bilimler, dönemin en tutarlı felsefi sistemiyle yakından ilişkilidir. Tıp ve astronomi-astroloji, pratik yaşamda büyük önem taşır ve mantığın teorileri, estetik açıdan bile olsa, kelamcılar için cazip hale gelir. Bu nedenle bu bilimlerden tamamen vazgeçmek söz konusu olamaz.

Bununla birlikte, ikili eğitim sistemi insanları dünya görüşlerinde belirgin bir şekilde ya “Yunan” ve felsefe taraftarı olmaya ya da İslami bir karakter taşıyarak büyük ölçüde Yunan biliminden uzak kalmaya yönlendirir. Bu iki kültürel gelenek arasında çok az karşılıklı etkileşim gerçekleşir. Bu döneme kadar İslam kelâmına Yunan düşüncesinin sadece küçük bir kısmı dâhil edilmiştir ve bu, yaklaşık olarak Me’mun döneminde (813-833) büyük Mutezilîler tarafından gerçekleştirilmiştir. O dönemde kelâma dahil edilen unsurlar, kelamcılar tarafından korunur, ancak onlar Fârâbî ve İbn Sînâ’nın çok daha gelişmiş felsefesiyle uzlaşmak için çok az çaba sarf ederler. Bu düşünürlerden bazıları, muhtemelen Cüveynî de dahil, yalnızca birkaç kitap okumuş olabilir.

Diğer yandan, filozoflar İslam devletini tamamen kabul ederler ve sistemlerinde ona bir yer verirler. Eğer Gazâlî’nin onların tartışmaları hakkındaki ifadelerine güvenebilirsek, filozoflar açıklamalarını sık sık Kur’an’dan yaptıkları alıntılarla desteklerler ve âlimleri, peygamberle sıradan halk arasında aracılar olarak tanımayı kabul ederler. Ancak buna rağmen, onların düşüncelerinde derin bir gizli çelişki bulunur. İbn Sînâ’nın, peygamberin “kutsal yeteneği”nin en yüksek insani kabiliyet derecesi olduğunu söylemesi, peygamberin insan başarısının zirvesi olduğunu ifade eder gibidir. Fakat aklın üstünlüğüne dayanan felsefi doktrin, bu görüşle çelişir. Eğer akıl en üstünse, peygamber nasıl filozoftan daha ideal olabilir? Eğer peygamber en üstünse, felsefi akıl peygamberin sözleri hakkında nasıl hüküm verebilir?

Gazâlî’nin belirttiği gibi, filozof, “ilahi şeylerin tamamen kendi düşünce ve tasavvuruna tabi olabileceğini farz etmesinde” sahte bir gurura yenik düşer. Devlet yaşamının tüm yapısının İslami fikirlerle yönetildiği gerçeğinde de bu tür bir çelişki mevcuttur. Arapça’da, Miskeveyh gibi düşünürler tarafından yazılmış “Yunan” ahlakına ait kitaplar bulunsa da, Yunan ahlaki-siyasi sistemi, gerçek İslami sisteme geçerli bir alternatif sunmaktan oldukça uzaktır. Bu nedenle, felsefi akıl, kendi iddialarına rağmen, İslami düşünce külliyatına gerçek bir alternatif olamaz. Gazâlî, bu külliyatı öğrenip bu bağlamda yetişmiş biri olarak, bunu fark etmeden edemezdi.

Muhtemelen Gazâlî’yi daha derinden etkileyen sebepler de vardır; fakat onu etkileyen bazı yüzeysel sebepler de mevcuttur. Filozoflar, bazıları mükemmel hekimler olsalar da, genellikle acaip ve karmaşık fikirli küçük bir topluluk oluştururlar. Bu filozoflar kendi aralarında da bölünmüşlerdir. Bazıları siyasi yönetimde yüksek görevlere sahip olsalar bile, bir grup olarak etkileri sınırlıdır. Pek çok dindar Müslüman, onlara derin bir şüpheyle yaklaşır ve hatta bu düşüncelerle ilgilendikleri için itibarlı kelamcılara dahi eleştiriler yöneltir. Sadece çok güçlü sebeplerle bir kelamcı bu şüphe mirasına meydan okuyabilir ve sonunda filozoflar arasında yer alabilir. Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, Gazâlî’nin herhangi bir zaman diliminde felsefe için kelâmı terk etmeye yönelmesi oldukça düşük bir ihtimal olarak görünür.

Eğer bu sonuç doğruysa, buradan şu sonuca varılabilir: Gazâlî’nin şüpheciliğinin temelinde, büyük ölçüde, rasyonel kelâmın çağdaş durumunda, açıkça görülmese de bir huzursuzluğun var olduğu anlaşılır. Felsefe, bu huzursuzluğu artırmış ve kelâmın eksik olan akılcılığına dikkat çekmiş olabilir. Ancak, kelâmda ya da kelamcılarda, Gazâlî’nin bu şüphelerle meşgul olmasına neden olan bazı unsurlar olmalıdır. Gazâlî, bir ulemâ kariyeri umuduyla yetişmiştir (kelamcının kariyeri bu genel kariyerin sadece bir dalıdır – Gazâlî ayrıca fıkıh üzerine de bir veya iki eser yazmıştır). Bu nedenle, Gazâlî’nin şüpheciliği, onun bu kariyer hakkında ciddi şüpheler taşıdığını ifade eder. Peki, bu şüpheler kendi zayıflıklarından mı kaynaklanır? Eğer bu dünyayla dürüstçe ilgilenmek bir zayıflık olarak görülmüyorsa, bu soruya “hayır” yanıtı verilir. Ancak daha sonraki olaylar ve Gazâlî’nin günün âlimleri hakkındaki eleştirileri, şüpheciliğinin kişisel bir nedenden kaynaklanmadığını açıkça ortaya koyar.

Bu meseleyi daha detaylı bir şekilde incelemek ilerleyen bölümlerde ele alınacaktır. Ancak burada bazı temel noktalar dikkate alınabilir. Varsayalım ki, Gazâlî’nin huzursuzluğunun kaynağı, ulemânın (şu ana kadar tam olarak belirlenemeyen) bazı alanlardaki başarısızlıklarıdır. Nizamülmülk tarafından yönlendirilen dini uyanış hareketiyle ilgilenen gayretli bir genç olarak Gazâlî, bu durumların nasıl düzeltilebileceğini merak eder ve kelâmî geleneğin dayanaklarının zayıf olduğunu fark eder. Şüpheciliği, bu durumu düzeltmek için aklın veya insan planlamasının yetersizliğini fark etmesi olarak görülebilir. Gazâlî’nin ifade ettiği gibi, bu krizin çözümünün insan çabasıyla bulunamayacağı, aksine “kalbine Allah tarafından gönderilen bir ışık” sayesinde geleceği inancı, bu açıklamayla örtüşür. Kişi elinden geleni yapar, ancak ilerlemede aciz olduğunu fark eder ve bu noktada, kendisinin ötesinde bir güç onu yeni bir yola yönlendirir.

Gazâlî, bu ışığın tam olarak ne olduğunu belirtmez. Ancak Dalâletten Kurtarıcı adlı eserinin başka bir bölümünde, sufiliği incelemeye başladığında zaten yerleşik bir Allah, peygamberlik ve kıyamet inancına sahip olduğunu ifade eder. Bu, şüpheciliğini sona erdiren ışığın kesin bir biçimi olmayabilir, fakat bu ışığın açığa çıkardığı bir gerçek olabilir.

Gazâlî’nin huzursuzluğunun, aslında medeniyetinin bir krizle karşı karşıya olduğunun ve bu krize hazır, net bir çözüm bulunmadığının fark edilmesine dayandığına dair bazı işaretler de mevcuttur. Şüpheciliğinden kurtulduğunda, “hakikati arayan” dört temel grubun öğretilerini inceleyerek gerçeği aramaya başlar. Bu süreçte, hem kendisinin hem de bu grupların hakikatin bazı önemli yönlerini kavrayamadıklarını fark eder. Eserinin başlığı olan Dalâletten Kurtarıcı, muhtemelen bireysel bir durumu ifade ettiği kadar, toplumsal bir duruma da işaret eder ve zımnen de olsa, toplumun yanlış bir yolda olduğunu belirtir. En büyük eserlerinden biri olan Dînî İlimlerin İhyası başlığı da, bu ilimlerde bir gerileme veya bozulma olduğuna işaret eder. Bu çalışmanın amacı da, bu gerilemenin neden kaynaklandığını ortaya koymaktır.

Gazâlî’nin, yaşadığı dönemin gerginlikleriyle nasıl başa çıktığını göstermek açısından bu açıklamalar yeterlidir. Bu bölümde ele alınan önemli hususlardan biri, iki rakip eğitim sisteminin, toplumun fikir dünyasını şekillendirme çabasıdır. Her iki sistemin de güçlü yönleri olduğu gibi, bazı pratik zayıflıkları da mevcuttur. Sonuç olarak, bu sistemlerin güçlü yönleri birbirlerini tamamlayıcı olabilirdi, ancak her biri kendi kendine yeterli olduğunu iddia ederek diğerini küçümseme veya katkısını reddetme eğilimindeydi. Gazâlî, bu gerginlikten kaçmaya çalışmaz; aksine, bu gerginliği derinlemesine hissedene kadar içine girer. Şüphecilik dönemi, bu dış gerginliği çözmenin içsel yönünü temsil eder. Gazâlî, bu ve diğer gerginlikleri kendi içinde isteyerek kabul ederek, sonraki İslam tarihinde büyük etkiler bırakacak bir çözüm ortaya koymayı başarır.

Bu gönderiyi paylaş

Comments (1)

  • A WordPress Commenter cevap

    Hi, this is a comment.
    To get started with moderating, editing, and deleting comments, please visit the Comments screen in the dashboard.
    Commenter avatars come from Gravatar.

    Ekim 31, 2024 , 10:09 pm

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir