Osmanlı’da Çevirilerin Batılılaşmadaki Rolü

Osmanlı’da Çevirilerin Batılılaşmadaki Rolü

Voltaire, Yıldız Sarayı’nda mıydı?

Osmanlı entelijansiyasının Batılı düşünceyle teması yalnızca Batı hayranlığıyla açıklanamaz. Nitekim II. Abdülhamid’in Yıldız Sarayı’ndaki özel kütüphanesinde Voltaire, Rousseau ve Montesquieu gibi Fransız Aydınlanması’nın kilit figürlerinin eserlerinin bulunması, dönemin yöneticilerinin entelektüel merakının sınırlarını gözler önüne serer. Bu ilgi, yalnızca bilgi edinme amacı taşımaktan öte, Batılı paradigmalara karşı bir pozisyon belirleme arayışıydı. Modernleşme yalnızca kurumsal değil, zihinsel düzeyde de yaşanıyordu ve çeviri bu sürecin katalizörlerinden biri hâline gelmişti.

Lale Devri’nde Bilimsel Çeviri: Bir Lüks mü, Zorunluluk mu?

1718 tarihli Pasarofça Antlaşması sonrası girilen Lale Devri, Batı ile teması sadece estetik düzeyde değil, bilimsel düzlemde de güçlendirdi. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın himayesinde kurulan tercüme heyetinin önceliği, tefsir ya da fıkıh değil, tıp ve astronomi kitaplarının Osmanlıcaya kazandırılmasıydı. Özellikle Atlas Minor gibi eserlerin çevrilmesi, evrene bakışın kozmolojik değil, bilimsel bir temele kaydığını gösteriyordu. Bu yönelim, İmparatorluk yöneticilerinin, Batı’daki bilimsel atılımları yalnızca takip etmekle kalmayıp, kendi entelektüel miraslarıyla harmanlama çabalarının erken izleriydi.

Tercüme Odası: Bürokratik Birim mi, Aydın Yetiştirme Atölyesi mi?

1830’ların sonrasında Babıâli Tercüme Odası’nın faaliyetleri, yalnızca çeviri pratiğiyle sınırlı kalmadı. Bu mekân, modern Osmanlı aydınının doğuş sahnesiydi. Fransızca bilen memurlar, yalnızca idarî belgeleri değil, aynı zamanda devrimci düşünceyi de tercüme ettiler. Bu odada yetişenler arasında yer alan Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi isimler, Jön Türk düşüncesinin ve anayasalı monarşi fikrinin öncüleri oldular. Özellikle Fransız Devrimi’nin düşünsel temelleri, bu çeviri ortamlarında içselleştirildi ve yerel bağlamda yeniden yorumlandı.

Telemak: Masum Bir Klasik mi, Siyasi Bir Mesaj mı?

Yusuf Kâmil Paşa’nın Fénelon’dan çevirdiği Telemak, 19. yüzyıl Osmanlı bürokrasisi açısından yalnızca bir edebî metin değil, bir siyasal alegori olarak da okundu. Eserdeki “erdemli kral” imgesi, mutlakiyetin sınırlarını sorgulayan aydınlar için ideal bir yönetici modeliydi. Bu nedenle Telemak, kısa sürede saray çevrelerinde siyasi gönderme olarak algılandı. Hatta dönemin hiciv edebiyatında, bu eserin padişaha yönelik üstü kapalı bir “nasiha” olduğu yönünde yorumlar yer aldı. Çeviri, artık sadece anlam aktarmak değil; anlam üretmek demekti.

II. Meşrutiyet ve Çeviri Patlaması: Bir Entelektüel Serbestleşme

1908’de II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte basın özgürlüğü ve sansürün kaldırılması, çeviri faaliyetlerinde adeta bir patlama yarattı. Fransız edebiyatı uzun süredir ilgi görmekteydi; ancak bu dönemle birlikte Rus edebiyatı, İngiliz tiyatrosu ve hatta Darwin’in evrim kuramı gibi farklı alanlardan metinler de Osmanlı kamuoyunun gündemine girdi. Tolstoy’un Anna Kareninası bir salon sohbetine, Darwin’in Türlerin Kökeni kahvehaneye taşındı. Bu serbestlik, yalnızca edebî bir çeşitlenmeye değil, bireyin iç dünyasına ve insan doğasına dair yeni düşünce kalıplarının da Osmanlı toplumuna nüfuz etmesine yol açtı.

Trajikomik Olaylar: Çevirinin Kıymet ve Krizleri

Bu yoğun çeviri sürecinde trajikomik vakalar da eksik değildi. Örneğin Victor Hugo’nun Les Misérables adlı eserinde yer alan ‘Marius’ karakteri, bir mütercim tarafından ‘Meryem’ olarak çevrilmiş, bu da eserdeki tüm anlatı yapısını dramatik şekilde değiştirmişti. Öte yandan yukarıda da ifade edildiği gibi Telemak çevirisinin bazı padişah yanlısı çevrelerce neredeyse bir darbe bildirisi gibi okunması, Osmanlı’da çevirmenin yalnızca dilbilimsel değil, aynı zamanda politik bir aktör hâline geldiğini de gözler önüne serer.

İnanç ve Kültürde Tahribat mı, Dönüşüm mü?

Osmanlı’da çeviri faaliyetlerinin yaygınlaşması, yalnızca yeni kavramların ithalini değil, mevcut değer sisteminin sorgulanmasını da beraberinde getirdi. Bu durum, özellikle geleneksel İslamî düşünceyi benimseyen çevrelerde bir tür epistemolojik güvensizlik doğurdu. Voltaire’in din eleştirileri, Rousseau’nun toplum sözleşmesi anlayışı ve Darwin’in evrim kuramı gibi çeviriler, sadece yeni bilgi değil, aynı zamanda eski inançlarla çatışan bir düşünce rejimi sunuyordu.

Dinî terminolojiye sahip olan kelimelerin karşılık bulamayışı ya da yeni karşılıklarla yer değiştirmesi, Osmanlı-Türk düşünce tarihinde kavramsal bir kırılmaya neden oldu. “Kaza ve kader” yerine “zorunluluk” ve “nedensellik” kavramlarının girmesi, “şura” yerine “parlamento”, “rahmet” yerine “merhamet” gibi kelime kaymaları, sadece dilde değil, zihinsel algıda da dönüşümlere neden oldu.

Bu çeviri faaliyetleri sonucunda, geleneksel ulemanın ve tarikat çevrelerinin toplumsal otoritesi zayıflarken, yeni aydın sınıfı seküler bilgi kaynakları üzerinden meşruiyet kazandı. Bazı muhafazakâr çevreler, bu süreci kültürel bir tahribat olarak nitelendirdi. Ancak meseleyi yalnızca yozlaşma çerçevesinde değerlendirmek, çevirinin dönüştürücü potansiyelini göz ardı etmek olur. Yine de, çeviri yoluyla gelen fikirlerin, Osmanlı kültürel dokusunda ciddi gerilimlere ve kuşak çatışmalarına yol açtığı inkâr edilemez.

Teknolojiyi alalım derken kültür bacadan girdi

Batı’dan yapılan çeviriler, yalnızca metin transferi değil, bir epistemolojik paradigma değişimiydi. Victor Hugo’nun romanları bireyi tanıttı; Voltaire ve Rousseau’nun eserleri özgürlüğün dilini… Osmanlı okuru artık birey olarak düşünmeye başlamıştı. Bu, geleneksel Osmanlı cemaat yapısından ayrılan yeni bir özne tipinin doğuşuydu. Mütercimler farkında olmadan bir zihniyet inşası gerçekleştirdiler.

Bu süreç, Osmanlı entelektüel ortamında önemli bir fikir ayrılığına yol açtı. Bir yanda, “Batı’dan sadece teknik bilgi alınmalı, kültürel değerlerden uzak durulmalı” anlayışını savunan muhafazakâr bir çizgi bulunurken; diğer yanda ise, modernleşmenin ancak köklü bir kültürel dönüşümle mümkün olacağını öne süren reformist aydınlar vardı. Ziya Gökalp’in “hars” (kültür) ve “medeniyet” ayrımı, bu gerilime teorik bir çözüm önerisi olarak ortaya çıktı. Gökalp’e göre, hars, milletin özgün değerlerini taşırken; medeniyet, evrensel ilerlemenin bir tezahürü olarak benimsenebilirdi. Fakat uygulamada, çeviri pratiği bu ayrımı aşındırdı. Erol Güngör’ün veciz bir biçimde ifade ettiği gibi: “Teknolojiyi alalım derken kültür bacadan girdi”

Cumhuriyet’in Fikirsel Temelleri: Tercüme Yoluyla İnşa Edilen Bir Modernite

Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının zihni arka planında Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e kadar süren çeviri hareketlerinin etkisi yadsınamaz. “Anayasa”, “hak”, “özgürlük”, “birey”, “kadın” gibi kavramlar, yerli dilde doğmamış; çeviri yoluyla kültürel dolaşıma katılmıştır. Ne var ki, bu çeviri faaliyetleri zaman zaman bir ‘moda çeviri’ furyasına da dönüşmüştür. Üçüncü sınıf Fransız romanlarının bile Türkçeye kazandırılması, eleştirel süzgeçten yoksun bir aktarımın örneğidir. Yine de bu entelektüel taşma, Cumhuriyet’in dilsel ve kavramsal harcını oluşturmuştur.

Günümüz Türkiye’sinde Hâlâ O Çevirilerin İzleri Var mı?

Bugün dahi kullandığımız birçok kavramın kökenine bakıldığında, onların çeviri yoluyla geldiği açıkça görülür. “Özgürlük”, “birey”, “toplum”, “hukuk” gibi terimler, yalnızca kelime olarak değil, bir düşünce kalıbı olarak da çeviri kaynaklıdır. Bu bağlamda Türkiye’nin modernleşme serüvenini anlamak, çeviri tarihini anlamaktan geçer. Her çeviri, aslında bir zihinsel formasyona yapılan müdahaledir.

Sonuç: Çeviri Bir Medeniyet Pratiği midir?

Osmanlı’da çeviri faaliyetleri yalnızca kelimeleri değil, kavramları; yalnızca metinleri değil, düşünce biçimlerini dönüştürmüştür. Bu dönüşümün etkileri, sadece geçmişin değil, günümüzün de kültürel, siyasi ve entelektüel kodlarını belirlemeye devam etmektedir. Çeviri, bir kelime işi değil, bir medeniyet inşa sürecidir. Bu nedenle çeviriyi yalnızca teknik bir faaliyet olarak değil, ideolojik ve kültürel bir müdahale alanı olarak da değerlendirmek gerekir.

Share this post

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir