Takva Kılığıyla İnşa Edilen Korku

Takva Kılığıyla İnşa Edilen Korku

Hasan Sabbâh kimdi? Tarihin karanlık dehlizlerinde bazı figürler vardır ki, onların etrafında gerçek ile efsane, mistik ile politik iç içe geçer. Hasan Sabbâh işte böyle bir isim. Elburz Dağları’nda kurduğu Alamut Kalesi, sadece taş duvarlardan ibaret bir sığınak değil; aynı zamanda akıl, sadakat ve korkunun iç içe geçtiği bir düzenin simgesi.

Sade hayat mı, otoritenin kılığı mı? Sabbâh’ın hayatı sıkı kurallar, sade yaşam ve mutlak otoriteyle örülüydü. Altın giymedi, cariye edinmedi, lüks sofralar kurdurmadı. Hatta iki oğlunu dahi kendi kurallarını çiğnedikleri için öldürttü. Bu sadelik, ilk bakışta hayranlık uyandırsa da, biraz daha yakından bakıldığında toplumu kontrol altına almanın en güçlü araçlarından biri olarak karşımıza çıkıyor (Cüveyni, 2013, ss. 557-560).

Oysa aynı dönemde, Selçuklu sultanları gösterişli saraylarda yaşıyor, cariyelerle çevrili hayatlar sürüyor, lüks ve debdebe içinde iktidarlarını sergiliyorlardı. Sarayların duvarları ipek halılarla, altın işlemeli perdelerle kaplıydı. Ziyafet sofraları kuş sütü eksik olmayan çeşitlerle donatılırdı. Bu gösterişin karşısında Sabbâh’ın zahit yaşamı, halk gözünde hem bir başkaldırı hem de bir ahlaki üstünlük aracı hâline gelmişti. Ancak bu mütevazı görüntü, derin bir iktidar stratejisini örtbas etmekte kullanılmış olabilir.

Alamut bir eşitlik ütopyası mıydı? Alamut’ta müzik yasaktı, şarap da. Kalede bulunan herkes aynı sade kıyafetleri giyiyor, Sabbâh gibi yaşıyordu. Ancak bu, bir eşitlik projesi değil, tam aksine mutlak itaate dayalı bir sistemdi. Kimseye vergi konulmuyordu belki, ama herkes Sabbâh’a körü körüne bağlanmak zorundaydı. Zira sadakat yoksa yaşama hakkı da yoktu.

İlim merkezi mi, doktriner tek seslilik mi? Alamut’un bilgi merkezi olduğu yönündeki anlatılar da sorgulanmayı hak ediyor. Gerçekten de burada fikir alışverişi yaşanıyordu, ama sadece Sabbâh’ın doğrularına yer vardı. Eleştiriye, sorgulamaya ya da farklı fikirlere alan yoktu. Düşünen zihinler değil, düşünen gibi görünen sadık müridler teşvik ediliyordu. Dahası, kendisini ve öğretisini sorgulayan kimi alimler açıkça hedef alınmış, susturulmuş ya da öldürülmüştü. Bu durum, eleştirel düşünceyi tümüyle dışlayan bir teolojik tahakküm yapısının inşa edildiğini ortaya koyuyor.

Sade liderler neden bu kadar etkili? Sabbâh’ın sade yaşamı, onu halkın gözünde bir ermiş gibi yüceltti. Bu durum sadece Sabbâh’a özgü değil. Tarih boyunca farklı coğrafyalarda, sade görünümle mutlak otoriteyi harmanlayan liderlere rastlıyoruz. Örneğin Kamboçya’da Pol Pot, aynı şekilde lükse karşı olduğunu ilan ederek son derece sade bir yaşam sürdü. Ancak bu zühdî görünümün ardında milyonların hayatını kaybettiği bir totaliter rejim yatıyordu. Sabbâh’ta da benzer bir model görülüyor. Bu da onun otoritesini daha da pekiştirdi. Ne var ki bu zahit görünüm, aslında son derece ince tasarlanmış bir iktidar modelinin cilalı yüzüydü. Zühd ve takva kisvesi, teolojik totalitarizmin en sofistike örtüsü hâline gelmişti.

Fedailer gerçekten haşhaşla mı yönlendirildi? Ve elbette Alamut’un meşhur fedaileri… Oryantalistlerin yazdıkları hikâyelerde bu adamlar haşhaşla kendinden geçmiş, cenneti gördüklerini sanan kör müritlerdi. Gerçeklik ise çok daha karmaşıktı: İnanç, aidiyet ve mutlak itaat duygusu, Sabbâh’ın insanları kontrol altına almakta kullandığı başlıca araçlardı.

Bugünden bakınca – Zühd mü tahakküm mü Peki bugün geriye dönüp baktığımızda ne görüyoruz? Adalet arayışı mı, yoksa iyi kurgulanmış bir ideolojik tahakküm mü? Sade görünümün ardına gizlenmiş bir otorite mi?

Hasan Sabbâh, döneminin zeki ve karizmatik liderlerinden biriydi. Ancak kurduğu sistem, eleştirel düşünceye değil, doktrinel itaate dayalıydı. Ve bu da bize şu soruyu sorduruyor:

Zorunlu sadakate dayanan bir düzen gerçekten adil olabilir mi?

Share this post

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir