Şiiliğin İki Yüzü: Bir Baba, İki Oğul ve Bin Yıllık Yol Ayrımı

Şiiliğin İki Yüzü: Bir Baba, İki Oğul ve Bin Yıllık Yol Ayrımı

Giriş: Mezhepsel Ayrışmanın Felsefi ve Tarihsel Zeminleri

İslam düşünce tarihinde imamet anlayışı, özellikle Şiî gelenekte yalnızca teolojik bir pozisyon değil, aynı zamanda toplumsal düzenin temel dayanaklarından biri olarak kabul edilir. Hicrî 2. yüzyılın ortalarında İmam Caʿfer es-Sâdık’ın vefatını takip eden süreç, yalnızca soy zincirine ilişkin bir ihtilaf değil; aynı zamanda dinî meşruiyet, bilgi aktarımı (epistemoloji) ve siyasal temsil ekseninde derin bir ayrışmayı tetikler. Bu ayrışma, İmamiyye (Onikicilik) ile İsmailiyye arasında sistematik olarak biçimlenir ve her biri kendi tarihsel tecrübeleriyle çağdaş dünyada karşılık bulur.

İmamet Krizi: Caʿfer es-Sâdık’ın Ardıllığı Meselesi

765 yılında vefat eden İmam Caʿfer es-Sâdık, Şiî geleneğin en önemli ilim havzalarından birini inşa eden bir figürdür. Ancak onun ardından imametin kime geçeceği konusundaki belirsizlik, Şiî toplulukta bölünmeye neden olur. Caʿfer’in büyük oğlu İsmail’in sağlığında vefat ettiği yönündeki rivayetler, İsmailî çizgiyi benimseyenlerce reddedilir; İsmail’in soyundan gelenlerin imamet hakkını taşıdığı ileri sürülür. Buna karşılık, küçük oğlu Mûsâ el-Kâzım’ı imam kabul eden topluluk, İmamiyye geleneğini başlatır. Bu ayrım, yalnızca soy meselesi değil, imametin mahiyeti konusunda da iki farklı görüşü temsil eder.

Onikiciliğin Gelişimi: Gaybet Doktrini ve Teokratik Yansıması

İmamiyye’ye göre imamet, Mûsâ el-Kâzım’dan başlayarak on ikinci imam Muhammed el-Mehdî ile devam eder. 11. İmam Hasan el-Askerî’nin bir oğlunun olmadığı yönündeki rivayetler, İmamiyye’de imametin sürekliliği açısından ciddi bir kriz yaratır. Bu kriz, gaybet doktrini aracılığıyla aşılır: On ikinci imamın görünmez biçimde yaşadığı ve zamanı geldiğinde zuhur edeceği inancı kurumsallaşır. Bu metafiziksel liderlik anlayışı, 20. yüzyılda Ayetullah Humeynî’nin “velayet-i fakih” kuramı ile siyasi bir biçime bürünür. İran İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte, bu teolojik model teokratik bir devlet sistemine dönüşür.

İsmailîliğin Gelişimi: Ezoterik Epistemoloji ve Ağa Han Liderliği

İsmailiyye mezhebi, imameti yalnızca zahirî hükümlerle değil, bâtınî (ezoterik) bilgiyle ilişkilendirir. Fatımî Hilafeti, Karmatîler ve Hasan Sabbah’ın Alamut merkezli Nizârî yapılanması, bu mezhebin siyasi ve epistemolojik açılımlarını yansıtır. Moğol istilası sonrasında yer altına çekilen İsmailiyye, İran’ın Encüdan bölgesinde yeniden örgütlenir ve ardından Hindistan’a göç eder. Modern dönemde Ağa Han liderliğinde kurumsallaşan bu yapı, Ağa Han Kalkınma Ağı (AKDN) gibi sivil toplum araçlarıyla küresel ölçekte eğitim, sağlık ve kültürel kalkınma faaliyetleri yürütür.

Çağdaş Yansımalar: Teokrasi ve Sivil Toplum Arasında

Günümüzde iki mezhebin stratejik yönelimleri şu şekilde ayrışır:

  • İmamiyye, İran’daki devlet yapısını teokratik bir zeminle temellendirerek dinî otorite ile siyasi iktidarı birleştirir.
  • İsmailiyye, Ağa Han’ın liderliğinde seküler ve çoğulcu dünya ile uyumlu, hizmet ve kalkınma temelli bir cemaat modeli geliştirir.

Bu durum, imametin yalnızca uhrevî bir otorite değil, aynı zamanda sosyopolitik bir aktör olarak nasıl konumlandığını gözler önüne serer.

Temsil Mekanları: Mimari ve Toplumsal Görünümler

Tahran’daki Humeynî Türbesi ve Kum’daki ilmî havzalar, Onikiciliğin görünürlük kazanan metafizik liderlik anlayışını yansıtır. Buna karşılık, Londra, Nairobi ve Toronto’daki İsmailî Merkezler, dinî kimliğin kültürel çoğulculukla birleştiği mekânlar olarak öne çıkar. Bu yapılar, her iki mezhebin çağdaş dünyada inşa ettiği temsili alanlara dair önemli ipuçları sunar.

Sonuç: Şiîliğin Çoğulcu Medeniyet İnşaları

İmam Caʿfer es-Sâdık sonrası ortaya çıkan imamet krizi, zamanla iki farklı Şiî dünya görüşünün filizlenmesine neden olur. Onikicilik, siyasi otoriteyle bütünleşmiş bir dini yapı üretirken; İsmailiyye, kültürel kalkınma, sosyal adalet ve eğitim temelli bir cemaat modeli geliştirir. Bu ayrışma, Şiîliğin yalnızca doktriner değil; aynı zamanda toplumsal, kurumsal ve medeniyet tasavvuru düzeyinde de çok boyutlu biçimde değerlendirilmesi gerektiğini ortaya koyar.

Share this post

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir