İslamafobi mi Klostrofobi mi?

İslamafobi mi Klostrofobi mi?

İslamafobi, İslam’a, Müslümanlara ve onlarla ilgili durumlara karşı duyulan korku ya da önyargılı görüştür.

Avrupa, geçmişte batıda Endülüs Emevi Devleti, doğu da ise Osmanlı devleti arasında kapana kısıldığı dönemlerden kalma dar alan korkusu, kapana kısılmışlık hali yani klostrofobi yaşıyor.

Bildiğiniz gibi, İslam Devletlerinin Avrupa’daki altın dönemi sona erince, artık roller değişmişti. Avrupalı patron olmuş Müslümanlar ise O’nun uydusu. Ne acıdır ki, Avrupa, bilim ve teknoloji alanında dev adımlar atarken, Müslüman ülkelerde ise, fakirlik ve sefalet hüküm sürüyordu.

Aradan epeyce bir zaman geçti. Müslümanlar çeşitli sebeplerle Avrupa’ya göçtü. Bugün, Avrupa’daki Müslüman sayısı, Avrupa nüfusunun yalnızca % 4-5’ini oluşturuyor. Bu oran ülkeden ülkeye farklılık göstermekle beraber % 6’dan (Fransa’da) % 0,5’e (İsveç) değişen bir oran oluşturmaktadır.

Ancak Müslüman göçmenlerin sayısı arttıkça Avrupa’daki İslam tartışılmaya başlandı.

Göçmen çocukları zamanla işçilik statüsünden vatandaşlık statüsüne yükselip, yıllardır dile getirilen bu haklardan, kanunların verdiği yetkiler çerçevesinde yararlanmaya başlayınca bazıları bundan ürkmeye başladı.

Modernleşme sürecinde Avrupalılar, müstemleke ülkelerde yönettikleri Müslümanlarla eşit olmayı kaldıramamaktan kaynaklanan bir kompleksle Müslümanlardan ve görünürlüklerinden rahatsız olmaya başlamışlardı. Zira bir zamanlar yönettikleri insanları şimdi kendilerine eşit olarak kabul etmek Avrupalılara ağır geliyordu.

Haklı da olsa Müslümanlarla birlikte hareket etmekten rahatsızlık duyuyorlar. Çevrelerinde bir cami, ezan sesi veya kendileri gibi giyinmeyen ‘örtülü’ insanlar, onların özgüvenlerini sarsıyor ve yetersizlik, aşağılanmışlık hissi ve hayal kırıklığı gibi duygulara kapılıyorlar.

İşte tam da bu nedenle, Avrupa’nın yüzyıllar öncesine dayanan klostrofobisi depreşti.

Açıkçası Müslümanlardan korkuyorlar.

Nitekim “İslamafobi” kavramını yeniden gündeme taşıdılar.

Peki! Bu depreşmeyi hangi olaylar sağladı?

Başka bir soru: Bu depreşmeye en çok kimin ihtiyacı var?

Bu sorunun cevabı basit: 11 Eylülü tezgahlayanla “İslamafobi” konusunu deşeleyen kimseler aynı.

Bugün tüm dünyada çok yaygın bir düşünceye göre İslamafobi, 11 Eylül 2001 sonrasında ortaya çıkmış yeni bir fenomendir.

Halbuki 11 Eylül Amerika için tezgahlandı.

Zira 11 Eylül 2001, Batı dünyasında İslamafobinin bir başka kırılma noktası ve belki de zirve noktasını oluşturmuştu.

Bu tarihe kadar yapılan anti-islamist açıklamalar ve İslam’a karşı ilan edilen soğuk savaş, her şeye rağmen halk arasında fazla yankı bulmamıştı.

Sözde, İslam adına ikiz kulelere karşı yapılan saldırılar, Batı’da anti-islamistlere büyük bir fırsat yaratmış ve halkı ikna etme gücünü de artırmıştı. Bu anlamda, birçok kişinin söylediği gibi ikiz kulelere saldırı yapanlar aslında İslam’a karşı başta Amerika olmak üzere bütün dünyada haçlı ruhunu yeniden doğuracaktı.

Avrupa için de başka bir takım tezgahlar düşünülmüştü. Örneğin, Londra, Madrid ve en son Fransa saldırıları.

Daha da tehlikelisi bu olayların failleri Avrupa vatandaşıydı. Bu nedenle Avrupa kendi ülkesinde yaşayan Müslümanlara şüpheli gözlerle bakmaya başladı.

Bu olaylara karışan kişilerin, o zamana kadar genelde şüphe uyandıran kişiler olmaması, görünürde topluma entegre olmuş bir yaşam sürdürmeleri ve bu yöndeki vurgunun basın tarafından sürekli gündeme getirilmesi, normal bir yaşam sürdüren dindar komşuya şüphe ile bakma sonucunu da doğurdu.

Bu korku, bazen aşırı boyutlara ulaşmış ve insanlararası bir problemden medeniyetler arası bir probleme doğru sürüklenmişti.

Bu çerçevede ‘Medeniyetler Çatışması’ olarak bilinen ve kendini gerçekleştirmeyi hedeflediği anlaşılan kehanet ortaya çıktı. Olası bir medeniyetler kavgasından bahseden Amerikalı Profesör Samuel Huntington, 1993 yılında Foreign Affairs adlı dergide oldukça tartışmalı “The Clash of Civilizations/Medeniyetler Çatışması” adlı makalesini yayınlamıştı. Özünde ırkçı olan bu makalede İslam ve Budist dünya Hıristiyan Batı dünyasının yeni düşmanları ilan edilmişti.

Huntington, daha sonra bu makalesini kitaba çevirip 1996 yılında yayınladı.

Bununla yetinilmeyerek Avrupalılar korkutulmaya devam edildi. Nitekim 2007’nin başında Almanya’da Berliner Zeitung gazetesi, Başbakan Merkel’i başörtülü, SPD lideri Kurt Beck’i de sakallı gösterdiği bir resimde “Böyle devam ederse Almanya’da 50 yıl sonra Hristiyanlar azınlıkta kalacak” iddiasında bulundu. Gazete, son bir yılda 4 bin Alman’ın İslam dinine geçmesine dikkat çekerek, yakında Almanya’nın bir İslam ülkesi haline gelebileceğini yazdı.

İlginçtir ki, Avrupa’nın birçok ülkesinde ırkçılıkla mücadele kanunları var ve buna göre, ırkçılık, cezayı gerektiren bir suçtur. Ancak bu ülkelerde, İslam karşıtlığının çeşitli sebepler gösterilerek bu kanunun kapsamı içerisine girmediği belirtilmektedir.

Aslında bu tezgahı hazırlayanlar son derece kompleks bir yöntemle çalışıyor. Önce Müslümanların kutsal değerlerine hakaret ediliyor, sonra Müslümanların bu hakaretlere vermiş olduğu şiddetli tepkiden hareketle Müslümanlar üzerinde operasyon yapılıyor.

Bunun belki de en önemli örneklerinden birisi, Selman Rüşdi’nin Şeytan Ayetleri kitabıdır. Bilindiği gibi bu kitabın yayınlanmasıyla birlikte tüm İslam aleminde şiddetli protestolar görüldü.

İlginçtir ki İngiliz Hükümeti tarafından Salman Rüşdi’ye şövalyelik madalyası verildi.

Bu madalya ile İslam alemi yeniden kışkırtılmış ve pek çok hararetli protestoya sebep olunmuştur. Daha sonra da öfkeli Müslümanların bu protestoları örnek gösterilerek Batılıların ‘Müslümanların ne kadar ilkel, barbar ve asabi oldukları’ tezinin bir ispatı haline getirilmiştir.

Diğer bir örnekte Danimarka’daki karikatür krizidir. Yine İslam dünyası sokaklara dökülmüş, camlar çerçeveler indirilmiş ve insanlar öldürülmüştür.

Bu tür olayların görünürde basit ancak uygulamada son derece karmaşık bir senaryosu var: Önce İslam’a karşı veya Müslümanların duyarlı olduğu bir konuda aşağılayıcı bir yayın yapılmakta, sonra da Müslümanların gösterdiği tepkiler gerekçe gösterilerek saldırganlar kendi tezlerini ‘kanıtlamış’ olmaktadırlar.

Yeniden ifade etmek gerekirse, İslamafobi, sıkça kullanılan ancak anlam dünyası çok da belirgin olmayan, bir kısım entelektüel ve siyasi elitin, tıpkı antisemitizm gibi, ısrarla kullanmak isteyip büyük bir kısmının da ideolojik kaygılarla ısrarla kullanmaktan kaçındığı kavramlardan biridir.

İslamafobik söylem şu temel iddiaları içermektedir:

İslamdan haz etmeyenler, İslam’ı tek bir blok olarak görüyor ve değişime karşı direnç gösterdiğini, İslam’ın farklı ve ‘öteki’ olduğunu, başka kültürlerle bir ortak yönü olmadığı gibi karşılıklı etkileşime de girmediğini düşünüyorlar.

Yine İslam’ı Batı medeniyetine kıyasla geri kalmış, barbar, irrasyonel, gelişmemiş ve cinsiyet ayrımcılığı taraftarı görüyorlar; İslam’ı doğası itibarıyla şiddet yanlısı, baskıcı, tehditkâr, terörü destekleyen ve bir medeniyetler çatışmasına girişmiş olarak kabul ediyorlar.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki; İslamafobi, 11 Eylül ürünü olmayıp, bu tarihten önce de var olmuş, ancak son yirmi yılda daha belirginleşmiş, daha uç ve tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Bu kavramın gerçekte ne teolojik, ne sosyolojik ne ideolojik bir arkaplanı vardır.

Şunu söylemeliyiz ki; “kişi bilmediğinin düşmanıdır” anlayışından hareketle İslam’ın veya bir başka dinin, kültürün, yabancı ve bilinmeyen bir fenomen olarak korku sebebi olabileceği düşünülebilir.

Ancak Müslümanların soğukkanlılıklarını yitirmemeleri gerekiyor. Müslümanlar, terör ve şiddetten uzak kalarak, Kur’an ve Sünneti bütün dünyaya ve özellikle masum halk kitlelerine yeni bir dille. yeni bir yolla ve yeni bir yöntemle anlatmanın gayreti içine girmelidirler.

Share this post

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir