İbni Arabi’nin Felsefesi

İbni Arabi’nin Felsefesi

Pazartesi, 04 Mayıs 2020 00:16 Prof. Dr. İlhan Yıldız İzlenimler: 537

Muhyiddin İbni Arabi, İslam düşünce tarihinin Gazali dönemi sonrasında yaşamış en önde gelen kurucu düşünürlerinden bir tanesidir. Görüşlerini takdir edenler, onun tasavvufta otorite oluşunu kendisine Şeyhül Ekber; dini ilimlerde Müceddit oluşunu da, “Muhyiddin/Dini ihya eden” lakaplarını vererek ifade etmişlerdir.

Öğretisini benimseyen birçok sufi/filozoflara göre Muhyiddin İbn Arabi diğer sufilerin yaşadıkları ve bildikleri ancak toplumsal, teolojik gerekçelerle sözünü etmekten kaçındıkları bir durumu ilk ifade edenlerden biridir. Aslında Muhyiddin İbn Arabi vahdet-i vucut kavramını eserlerinde kullanmamış tersine öğretisini ayet ve hadislerle desteklemiştir. Bu yüzden kendisinin ağır sonuçları olan eleştiriler almadığını görmekteyiz. İbn Arabi’nin bu yaklaşımının yaratıcı ve yaratılmış arasındaki ikiliği kaldırdığı dolayısıyla dinin gerektirdiği sufilerin bu hallerini kendisinin açıkça ifade eden ilk kişi olduğunu belirtmiştir. Bu açığa vurmanın sebebini de Fusus adlı eserinde kendi iradesine değil peygamberin doğrudan emrine dayandırmıştır.

İbn Arabi varlığın birliği dolayısıyla varlığın Tanrı olduğunu söylemesi sebebiyle hem bazı fakihler, kelamcılardan hem de bazı sufilerden bazıları emir ve yasakları ihlal etme veya küçümsemeyle sonuçlanacak etkileri olabileceği düşünülmüş ve kimi eleştirmenler bunun önüne geçebilmek amacıyla insanların İbn Arabi’nin kitaplarını okumalarının yasaklanmasını savunmuş, kimileri de şeyhin kafirliğine hükmetmiştir.

İbn Arabi’nin görüşlerine katılmayan ancak onu kafirlikle suçlamayanlar da eserlerinin tevili yani yorumu gerektirdiği ve bu yorumu bilmeyenler tarafından okunmasının doğru olmadığını iddia etmişlerdir. Akademik, ilmi çevrelerde doğru olmadığı bilinmekle birlikte halk arasında İbn Arabi’nin eserlerinin onun tarafından yazılmadığı dahi söylenebilmiştir.

İbni Arabi, İslam mirasının tam ortasında bulunmaktadır. “Futuhat-ı Mekkiye” kitabında kendisinden önce gelen bütün İslam geleneğini özetleyerek yeniden ele almıştır. Böylelikle bir dönüm noktası haline gelen İbni Arabi, kendisinden sonra gelen Müslümanların da dayanağı olmuştur. Başka bir deyimle İbni Arabi önceki asırlarla sonraki asırlar arasında bir köprü olmuştur.

İbn Arabi başta Kuran ve Hadis olmak üzere, İhvan es-Safa, kendinden önceki Sufîler ve hatta kelamcllar, Eş’ari okulu, Yeni Platonculuk ve daha bir çok kaynaktan yararlanmış ve bütün bu sistemlerin parçalarını, kendine has varlığın birliği sistemine uyacak şekle sokmuştur. Bu anlamda onun sistemi hem yeridir, hem de öncekilerin bir revizyonudur ve bu revizyon gerçekten orijinal ve farklı savlarla beraberinde getirmiştir.

İbn Arabi bunu yaparken bilgi ile dinsel hissedişi harmanlamaya çalışmış, her ne kadar sistemine uygun bir yorumla ele alsa da kutsal metinleri herzaman referans noktası kabul etmiş, Yeni Platonculuğun Bir, akış, vecd ve fena gibi kavramlarını revize edilmiş anlamlarıyla kullanmış, kendindenönceki Sufilerde sistemine destek aramış ve bunları yaparken Tanrı’ nın aşkın ve içkin birliğini her yön ve kaynaktan desteklemeyi ana gaye edinmiştir. Bu anlamda İbn Arabi’nin düşünce sisteminin dinsel değerler ile ötekini buluşturan’ bir tezi esas aldığı son derece açıktır.

Çalışmamızda öncelikli olarak varılan sonuç şudur: İbn Arabi için her şey Tanrı’yla bir açıklık kazanır ve evren ‘.ikinci derecede bir işlevselliğe sahiptir. İbn Arabi nin Tanrı ile alem özdeşliğini ağırlıklı olarak Tanrı’nın olumlanması ve alemin olumsuzlanması şeklinde ortaya koymasıyla kendi farkını öne çıkarır. Yani İbn Arabi alem adına Tanrı’yı değil, Tanrı adına alemi geri plana atmıştır. Tanrı’nın ve evrenin bilgisi İbn Arabi’ye göre Tanrı’dan geçer. Yani İbn Arabi’nin birci düşüncesi, mutlak Tanrı odaklıdır. Bu yüzden onun Tanrısını anladığımızda, varlığın birliği öğretisini de büyük ölçüde anlamış sayılırız. İbn Arabi Tanrı’nın insan zihninin bir araştırma objesi olduğu kanısını taşır. Böylece Tanrı, en azından mutlaklığından sıyrılmış haliyle, bilinemez bir varlık olarak örülmez.

Ancak İbn .Arabinin Tanrısı, monist dinlerin Tanrısından farklıdır. Sonuçta onun öğretisi Tanrıyı bilmeyi ve onunla bilişsel bir bütünleşmeyi gayeedinen bir sistemdir ve her mistik düşünce yolu gibi ruhsal olgunluk esas amaçtır. Her ne kadar Yetkin İnsan örneğinde bir etik olgunluk portresiçizse de, bu genel kabul gören bir olgunluktan öte, Tanrısal birliği idrak düzeyinin belirlediği bir bilişsel olgunluktur. Bu anlamda İbn Arabinin ahlakiilkeleri var olmakla birlikte bunlar alışılagelenlerden farklıdır.

Tanrı odaklı oluşunun yanı sıra, İbn Arabi’nin sisteminde insanın kutsal bir yere yerleştirilmiş olduğu ve Tanrısallığın gizemini içinde bulundurduğu da kolayca çıkarılabilecek bir sonuçtur. İnsanın Tanrı karşısındaki duruşu, mutlak bir acizliğin ötesinde, Tanrı’ya kendisini açma sahası teşkiletmesiyle önem kazanmaktadır.

Bir dinin tabisi olsun olmasın, İbn Arabinin insanın varoluşuna bakış açısı bu anlamda oldukça hümanisttir. O, felsefesinin tüm noktalarını insanabir şekilde ilintilemekte ve Tanrı’nın varlığını adeta insanın varlığı ile beslemektedir. Bu karşılıklı ilişkinin temelinde, her insanda var olduğu kabuledilen bir Tanrısal öz, ve Tanrı’da var olduğu kabul edilen bir açılma potansiyeli yer alır.

Bunun yanında, onun birlik anlayışı, ikinin herhangi bir şekilde bir olması veya bir sayılması’ değil, ‘mutlak birin asla parçalanmamış tekliğinin’ varlıküzerindeki hakim konumunun kabul edilmesidir. Bu anlamda alem zorlama ile bir tanrısallaşma sürecine tabi tutulmamakta, aksine kendi varoluşunun saflığıyla ne ise o olarak’ tanrısallığını sürdürmektedir. Bu yüzden İbn Arabi’nin vahdet-i vücut öğretisinin konusu olan varlık, Tanrı ve alem olarak iki boyutuyla, mutlak bir değişmezlik içinde olmakla birlikte, Tanrı’nın kendini sonsuz biçimlerde gösterdiği meydan olması bakımındanda öncesiz ve sonrasız bir devinimin sahasıdır.

Böylelikle İbni Arabi felsefeyi değil tasavvufu tercih etmiştir.

İbn Arabi tasavvuf felsefesi, İslam düşüncesi, İslam metafizik anlayışı bakımından bütün tarihimizin herhalde en etkili düşünürlerinden bir tanesidir. Aynı zamanda en verimli düşünürlerinden bir tanesidir. Kendisinden önceki yaklaşık 7 asırlık İslam mirasını yeniden harmanlayarak yorumlamıştır. Ve bu mirastan Allah, alem ve insan ilişkilerini açıklayan vahdet-i vücut  adıyla bilinen bir felsefi sistem ortaya koymuştur. Bu yorumda esas itibariyle hadisleri esas alarak Kuranı Kerim’i yorumlamaya çalışmıştır. İslam dünyasının 7 asırlık tarihinde bazı daralmalar ve bazı statik yorumlamalar olduğunu söyleyerek Kuran-ı Kerim ve sünnet ışığında bu yorumlamaları aşmaya çalışmıştır.

Bu bakımdan İslam toplumuna ve İslam düşüncesine “tecdid” ve “ihya” diye bir kavram yerleşmiştir. Çağımızda Müslümanlar mücedditleri ve ihya eden bilginleri sayarlar. Öyle anlaşılıyor ki, İbn Arabi aslında büyük bir ihyacı ve büyük bir müceddittir. Kendisine “Şeyhi Ekber” denmesi bundan dolayıdır. O’nu biz bir müceddit gibi düşünebiliriz.

Yani müceddit ne demek? Tekrar naslara (Ku’an ve hadisler) dönmek; nasların üzerinden çağların tozunu kaldırıp onları yeni bir dille, yeni bir yolla ve yeni bir yöntemle fakat önceki mirasa da haksızlık etmeden yorumlamaktır. Bu bakımdan İbn Arabi 7 asırlık İslam mirasını sonraki asırlara taşıyan kişi olmuştur.

Not: Bu yazı makale, köşe yazısı vs. gibi akademik bir yazı değildir. Sadece ders notu olarak kullanılmaktadır.

Son Güncelleme: Pazar, 27 Mart 2022 00:04

Share this post

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir