GİZLİ HAZİNEDEN AYNAYA: İBNÜ’L-ARABÎ’NİN SEMBOLLERİNDE HAKİKAT ARAYIŞI
“Gizli bir hazine idim…”: Varlık Neden Var? İbnü’l-Arabî’nin metafizik düşüncesinin omurgasını, meşhur kudsî hadis oluşturur: “كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا، فَأَحْبَبْتُ أَنْ أُعْرَفَ، فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ فَعَرَّفْتُهُمْ بِي فَعَرَفُونِي.” Yani: “Gizli bir hazine idim; bilinmeyi sevdim; mahlûkatı yarattım; kendimi onlara tanıttım ve onlar da beni tanıdı.” Peki bu ne anlama gelir? Tanrı neden gizli kalmak yerine görünür olmayı, bilinmeyi tercih etti? İbnü’l-Arabî’ye göre yaratılış, bu bilinme arzusunun bir yansımasıdır. Varlık âlemi, Tanrı’nın zâtî gizliliğini açığa çıkarma iradesidir. Ancak bu ifşa, doğrudan değil; semboller aracılığıyla, katman katman gerçekleşir. Ayna: Tanrı Kendini Nerede Seyreder? Ayna, İbnü’l-Arabî düşüncesinde sıradan bir metafor değil; Tanrı-âlem ilişkisinin anahtarıdır. Tanrı, kendi sıfatlarını seyretmek için âlemi yaratmış, insanı ise bu yansımaların en parlak yüzeyi olarak konumlandırmıştır. “Huve lâ huve” (O’dur ama O değildir) formülü, bu aynasal varlık anlayışının özüdür. Kalp, bu aynanın cilalanmış hâlidir. İnsan, kendi varlığını arındırdıkça Tanrı’yı daha berrak bir şekilde yansıtır. Peki, siz kendi kalbinize bir ayna gibi bakabiliyor musunuz? Harfler: Evren Bir Yazıysa, Hangi Harf Biziz? İbnü’l-Arabî’ye göre evren, Tanrı’nın bir kelâmıdır. “Kün!” (Ol!) emriyle başlayan bu kozmik söylemde harfler, sadece ses değil, varlığın yapı taşlarıdır. “Elif” birlik, “Be” ayrışma; her harf, bir isim, bir hakikat. A‘yân-ı sâbite kavramı, Tanrı’nın ilminde sabit duran potansiyel varlıkları ifade eder. Bu potansiyeller, harflerle sembolleşir. İnsan-ı kâmil, bu harfleri en bütünlüklü şekilde kuşatandır. O halde soru şu: Biz hangi harfiz? Hangi ismin yansımasıyız? Işık: Gerçekten Aydınlanıyor muyuz? Nur (ışık), sadece bir fiziksel fenomen değil, Tanrı’nın zuhur biçimidir. Işık olmadan hiçbir şey görünmez, ama her görünen de ışık değildir. Varlık, Tanrı’nın nuruyla var olur; bilgi, bu nurla idrak edilir. İbnü’l-Arabî’ye göre varlık, ışığın farklı mertebelerdeki yoğunluklarından oluşur: Ahadiyet → Vahidiyet → Ruhlar âlemi → Misâl âlemi → Şehadet âlemi. Kalbimiz ne kadar ışık alıyorsa, o kadar idrak edebiliyoruz. Peki bizim iç dünyamız ne kadar aydınlık? Peki Bu Üç Sembol Nasıl Bütünleşiyor? Ayna, harf ve ışık… Üçü de ayrı ayrı değil; birlikte çalışır. Işık varlık alanını oluşturur, harfler bu alanı anlamlı kılar, ayna ise bu anlamın bilince yansıdığı yüzeydir. İnsan, bu sembollerle donanmış bir varlık olarak hem bir yansıma, hem bir okuyucu, hem de bir ışık taşıyıcısıdır. İnsân-ı kâmil, bu sistemin merkezindedir. O, cilâlı ayna; tam kelime; nûr-i Muhammedî’nin taşıyıcısıdır. Kendi varlığı üzerinden Tanrı’yı tanır ve tanıtır. Neden Hâlâ Bu Sembolleri Konuşmalıyız? Modern insan, anlamın kaybolduğu bir çağda yaşamaktadır. Dinî dil literalizme hapsolmuş, semboller işlevsizleşmiştir. İbnü’l-Arabî’nin sembol anlayışı, bu çıkmazı aşmak için güçlü bir imkân sunar. Ayna: Kendini bilme ve arındırma çağrısı. Harf: Varlığı okumayı öğrenmek. Işık: Gerçek bilgiyi idrak etme gücü. Bu semboller yalnızca geçmişin mistik imgeleri değil; bugün için varoluşsal rehberlerdir. Peki, siz kendi aynanızı ne kadar cilaladınız? İçinizdeki kelimeyi okudunuz mu? Ve gerçekten, neyi aydınlatıyor ışığınız? İbnü’l-Arabî’nin sözüyle bitirelim: “Gerçek, sembollerin arkasında değil; onların derinliğinde saklıdır.” Bir ayna, bir harf ve bir ışık… Belki de her şey bu üçlünün içinde gizli.
Bir yanıt yazın